Dış Köşe

Editörlere Mektup: Bir Beyaz Türk’ün “Ermeni Diasporası”yla İmtihanı – Görkem Daskan

0

bu yazı ilk olarak azadalik.wordpress.com sitesinde yayınlanmıştır

 


Sırrı Sakık’ın geçtiğimiz ay gündemi ve kamuoyunu meşgul eden nevi şahsına münhasır özrünü takiben Azad Alik blog’unda yayımlanan “Özür Dilemek ‘Bildiğiniz Gibi Değil’” başlıklı yazı bu özrü ve genel olarak kamusal alanda dilenen benzer özürlerin nasılını nicesini mercek altına alıyordu. Aynı mecrada daha önce yayımlanmış olan ve Ermeniler, Kürtler, Aleviler gibi toplumsal grupların Türkiye’deki statüko ile çatışmasını insan hakları perspektifinden değerlendiren diğer eleştirel yazılar zaman içerisinde yakın tarihli kişisel bir özür deneyimimin hazırlayıcı altyapısını oluşturmuşken, bu son yazı yabana atılmayacak fikir ve önerileriyle bana bu deneyimimin sağlamasını yapma imkânı verdi.

Bu yazıda bu özrümün özünü teşkil eden kişisel bir hikâyeden, spesifik olarak Ermeni Diasporasından birisi ile birkaç yıl öncesine tarihlenen ilişkimden söz edeceğim ve biraz itiraflarda bulunacağım. İtiraf kültürü pek gelişmemiş ve itirafın bir acizlik göstergesi olarak algılandığı, güya kusur işlemeyenlerin ve özrü kabahatinden büyük olanların ülkesinde bu yazıyı yazmak başta beni düşündürse de sonra feminizmin o meşhur “Kişisel olan politiktir” düsturunu kerteriz alarak anlatmaya karar verdim. Kim bilir, belki bu öyküde kendinden de bir şeyler bulan okuyucular çıkar.

 

İtiraflar

Onunla birkaç yıl önce bir iş sebebiyle İnternet ortamında tanışmıştım.Tanışıklık hızla sanal bir arkadaşlığa dönüştü. Her gün birbirimize saatlerce yazdık, yetinmedik mektuplar, kartpostallar yolladık, telefonda konuştuk ve sonunda buluşana kadar ortalama beş ay süren sanal ama bir o kadar gerçek bir maceraya atıldık beraber. Ermeni konusu önümüze gelmekte gecikmedi ama başlarda sevdiğimiz kitaplar, filmler ve diğer şeyler üzerine uzun uzadıya tartışmalarımız öylesine bir karşılıklı güven ağı örmüştü ki aramızda, şimdi birbirimizi karşılıklı sınayacak olduğumuz bu konunun üzerinde yükseleceği zemin bizce yeterince sağlamdı.

Acaba sahiden öyle miydi?Çok geçmeden anladık ki bu konuda birbirimizin dilini konuşmuyorduk. Ben, itiraf etmeliyim ki, Hrant Dink öldürülene kadar Ermeniler ve tarihte başlarına gelenler konusunda kayda değer hiçbir şey bilmiyordum. Fethiye Çetin’in “Anneannem” kitabı pek çok insan için olduğu gibi benim için de bir “konuya giriş” kitabı olmuştu. O dönemde yeni yayınlanmış olan “Ağrı’nın Derinliği” (Ece Temelkuran) ve “Baba ve Piç” (Elif Şafak) gibi kitaplar da kaçınılmaz olarak (gerçekten kaçamıyordunuz, çünkü her yerdeydiler) okuduklarım arasındaydı. (Henüz Aras Yayıncılık’ın Türkçesini de bastığı olağanüstü Ermenice edebiyatı örnekleriyle tanışmamıştım maalesef.) Aynı günlerde Taner Akçam’ın “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” kitabını da okumuştum ama yazarın diğer kitaplarını keşfetmeyi erteleyecektim çünkü eserlerindeki titizlik ve ciddiyet, konunun boyalı basında ele alınış biçimine kıyasla içimdeki beyaz Türk’ü fazlaca ürkütmüştü. Oysa konuyla ilgili Radikal 2’de çıkan yazılar, başta Baskın Oran’ın ve Ahmet İnsel’inkiler olmak üzere, akıl danışmanım ve kılavuzumdu. Diaspora ile kendi sınırlı diyaloğumda işler her sarpa sardığında, çıkışı dönüp Ahmet İnsel ve Michel Marian ile söyleşi kitabı “Ermeni Tabusu Üzerine Diyalog”da aramaya çalışacak ama kendi tarafım adına dişe dokunur bir cevap bulamayacaktım. İnsel felaketle yüzleşmek ve acıları paylaşmaktan bahsediyordu ama kendisi soykırıma soykırım diyemiyor, kitabın editörlüğü ise soykırımdan Marian’ın ailesine düşen pay ile İnsel’in ailesinin Balkanlar’dan Anadolu’ya göçünü görelileştirerek neredeyse eşitliyordu. Sonuç olarak kitap, iddia ettiği gibi “karşılıklı konuşmaya bir davet” olmaktan ileri gidemiyordu. Tabii bu “birbiriyle konuşma” metaforu; Diaspora, Türkiye ve Ermenistan Ermenileri ile Türkiye Türklerini yan yana getirme konusundaki muhtelif kültürel çabada sıkça kullanılan ve olumlu anlam yüklenen bir metafor. Bu “ne pahasına olursa olsun konuşalım” iradesi Türk tarafının temelde yıllardan beri söylediğinin aynını söylemeye devam edip, gene de Ermenilerle yan yana gelebilme lütfundan dolayı liberal Türklerde sanki haddizatında bir ilerlemeymiş gibi bir algı yaratıyor.

Bu arada 19 Ocak 2007 sonrasında duyarlı ve az buçuk entelektüel her Türk gibi ben de iflah olmaz bir “Hepimiz Ermeniyiz”ci kesilmiştim ve daha önce hayatımda bir tane bile Ermeni tanımamış halimle, bu şekliyle Ermeniler hakkında en doğru ve hayırhah olanı yaptığıma yürekten inanıyor, kendimle içten içe gururlanıyordum. Hem ben ve babam, sanırım gıyabında imzaladığım annem de, bir gece “Ermenilerden Özür Diliyorum” kampanyasına imza atmamış mıydık? Öyle sanıyordum ki konuyla ilgili bütün görevlerimi yerine getirmiştim; içim rahat, sırtım pekti ve dolayısıyla karşımdaki bu geneliyle iyicil ve candan, ama konusu açılınca tedirgin, temkinli ve düşünceli bir hale bürünen diasporalıyı dize getirmek için gereken performatif donanıma fazlasıyla sahiptim. Kültürel çeşitlilik konusu, azınlık nostaljisi, hoşgörü romantizmi, şu bu: Rifat N. Bali’nin “Tarz-ı Hayattan Life Style’a” kitabından fırlamış gibiydim. Velhasıl, öyle miydi, böyle miydi, soykırım mı demek lazımdı, başka bir şey mi, “Süryani ve Rum Soykırımı mı, onlar da nereden çıktı şimdi?” derken, bir dargın bir barışık geçen beş ayın sonuna geldik ve önceden planladığımız gibi buluşmak üzere kafamızda soru işaretleri ve kaygılarla İstanbul’un yolunu tuttuk. O Avrupa’nın göbeğinden geliyordu, ben İzmir’den.Gidiş yolunda bile cep telefonlarımıza sarılıp birbirimize uzun uzun laf anlattığımızı hatırlıyorum.Yol boyunca elimin altında Fuat Dündar’ın “Modern Türkiye’nin Şifresi” vardı.Dersimi çalışmaya nihayet başlamıştım ama hâlâ duygusal bir kavrayış noktasındaydım. Sadece üzülmek, ama hep çaresizce üzülmek zorunda kalmak, hakiki anlamda öfkelenme ve sorgulama seçeneği bırakılmaması ve bunu yaptığın takdirde göze alman gereken bedellerin lafının bile edilmemesi yani o derece gayrimeşru sayılması, örtük öfkemin gerçek muhatabını şaşırıp durmama ve neticede sorunlu bir şekilde deşarj olmama neden oluyordu. Kendimi parçası saydığım sıradan liberal Türkler olarak bu kadar üzülmemizin sebebi bence gerek güncel edebiyat gerekse siyasal eleştiri yazılarında hep duygusal istismara maruz kalmamızdı. Duygular bu alanda hep başroldeydi, akıl ise modası geçmiş ama gerçekte hiçbir zaman hakkı verilmemiş bir araç.Şahsi fikrime göre soykırımın faillerinin pozitivist insanlar olduklarına imanla soykırımın eseri olan sorunların hallinin kalp ve vicdan sahibi olmak vb. duygu-yoğun olgusal kalıplarla mümkün olacağı inancı yatıyordu bu aklın(!) arkasında. Oysa ortada Ermenilerin kırımını önceleyen bir hak mücadelesi var olduğu gibi, soykırım, 1915’ten sonra da farklı biçim ve şiddette sürmeye devam etmişti ve biz bu konuda hiçbir zaman yeterince akılcı olamamıştık.


Peki ikimizin konuyla ilgili alıp veremediği şey, anlaşamadığı nokta neydi?Aslında cevabı çok basitti. Ben, bugün Ermenilerin çok iyi bildiklerini varsaydığım bir şekilde, Ermenilere karşı işlenen suçlarla ilgili olarak beyaz Türklerin yaygın olarak gösterdiği -sofistike- inkâr ve savunma mekanizması örneklerini bıkıp usanmadan tek tek sergiliyordum, o da sabırla bana olayları ve olguları doğru bildiği gibi anlatmaya çalışıyor ve her şeye rağmen tanışıklığı resmiyete dökmemizde hiçbir sakınca olamazmış gibi iyimser bir tablo çiziyordu. Tabii böyle olmasının, yani benimle görüşmesinde hiçbir beis görmemesinin ya da en azından durumun bana öyle gözükmesinin temel sebebi aslında benim ona habire karmaşık mesajlar verip duruyor olmamdı.Çünkü ben anlayışlı pozlar takınıyor, “seçmeci bir üslupla” bazı noktalarda onunla hemfikir oluyor, bazı konularda ise pazarlık etmek istiyordum.Temelde konuyla ilgili Türkçe yazının liberal olma iddiasındaki seçkin örneklerinden ortaya bir çeşitleme yapıyordum. Soykırım ve sonrasında devam eden hak gaspları ve hukuksuzluğun köküne inmek yerine etrafında daireler çiziyordum. “Acının ortaklığı”, “vicdan sahibi olmak”, “yeni bir dil geliştirmek” gibi Ermenilerin çoğunluğunu hiç de ilgilendirmeyen (dahası onlara saygısızlık eden) afili ifadeler telaffuz ediyor, yarım yamalak dilenmiş bir özürle böbürlenip özürden daha fazlasına ve asıl ondan sonra yapılması gerekenlere akıl erdiremiyordum çünkü işte entelektüel olarak beslendiğim insanlar, yapıtlar ve kampanyalar ortadaydı. Bu süreçte okuduğum her şeyi eşit ölçüde sorunlu ve sorumlu bulduğumu iddia etmiyorum. Mesela Çetin’in “Anneannem”inin soykırım ertesinde Ermenilerin durumunu -yerinden ederek, öldürerek, din değiştirmeye zorlayarak ve mallarına el koyarak varlıklarının ortadan kaldırılmasını- kısa ve yakıcı bir kişisel tanıklık olarak ortalama Türkiyeli okurla buluşturması açısından önemli bir eser olduğunu düşünüyorum, keza Dündar’ın kitabı gibi resmi ideolojinin cesurca dışına çıkan tarihsel çalışmaların da öyle. Fakat gelin görün ki çoksatanlar listesine giren başka birçok eser, bana sorarsanız yukarıda sözünü ettiğim duygusal istismara başvurarak, orta sınıflara konu hakkında sınırlı bir tarihsel perspektif sunmakla beraber sadece üzülme ve “keşke olmasaymış” dedirtmek suretiyle içlerini rahatlatma şansı verdi. Ama bu okur-yazar çevresinde kimse Ermenilerin geçmişte, bugün ve gelecekte haklarının saklı olduğunu ve bu inanılmaz yıkımı onlara reva gördüğümüz için ilk gerçek adımı, eğer bir barışma istediğimizi varsayıyorsak, Türkler olarak kayıtsız şartsız bizim atmamız ve bunu onlara hükmederek değil, alabildiğine mülayim bir üslupla konuşarak yapmamız gerektiğini söylemedi. Diasporalı tanışım ise benim özensizliğimle tezat bir şekilde her argümanımı titizlikle ele alıp bana sahih bir makale, bir görsel, bir anekdotla karşılık vereyim derken helak oluyordu ve böylece günün sonunda birbirimize olan merakımızı ve asimetrik de olsa diyaloğumuzu her daim diri tutmuş oluyorduk. (Henüz pes etmemiştik ama beş “canımızdan” bir ikisini çoktan kaybetmiştik.) Beğenmeyip hakir gördüğüm ve beslendiğim düşünsel kaynakların da o nazarla baktığını bildiğim milliyetçiler gibi “Esas siz bizi kestiniz” diye kestirip atamamak ne zordu! Hakeza “Evet, onu ve daha fazlasını yaptık. Çok pişmanız ve özür dileriz. Eğer kabul ederseniz şimdi gereken neyse yapmak isteriz” diyememek de öyle… Öyle ortalarda bir yerlerde kulaç atarken ben daha, buluştuk.

O kadar yol tepip gitmenin, başımızı sokacak sıcak bir yer bulmanın ve sanırım ilk görüşte beklentileri karşılamanın sarhoşluğuyla ilk birkaç günü harikulade geçirdik. Kiliseler, kitapçılar gezdik, yeni insanlar tanıdık; bendeniz Ermeni mutfağıyla (topik!) tanıştım.Yazı dilinin o tavizsiz ve köşeli ruhu yerini yüz yüze olmanın getirdiği, sertlikleri yumuşatıp ışıldatan gülümseyişlere ve “çok haklısın”lara bıraktı. Ancak bir iki güne kadar keyifler gene kaçmaya başladı. İstiklal Caddesi’nin epeyce iç kısmında kalan Üç Horan Kilisesi’nin görkemli giriş kapısı karşısında gizleyemediğim heyecanımı “Bir Avrupa şehrinde olsaydı ana cadde üzerinde olur, böylece herkes hayranlıkla izlerdi” diyerek söndürmüştü.Hayır, hesapta -ve lafta- halden anlıyordum ya, ne olmuştu da şuncacık gücenikliğe bile bozulur olmuştum şimdi? (Kâğıttan kaplanlara karşı mağduriyetinin altını koyultanların kendinden yapısal olarak daha güçsüz olanlara cömertliğinin de bir sınırı vardır elbette.) Fırtınadan önceki sessizlikte birbirimize inceden laf sokmaya başladık, sonra imalar ima olmaktan çıktı, kalın kafalılığımın onda neden olduğu öfkeyi aşan bir yerden hareketle canımı yaktı ve -voilà!- cinler, periler, heyheyler hep birden tepeme üşüştü. Gözüm karardı ve İngilizcede dendiği gibi bir (ya da birkaç) “sahne” yaşandı.

İşini gücünü bırakıp oralara kadar gidip üzerine “yenilmiş” olmanın, aptallığına doyamamanın can sıkıntısı insanın içine katran gibi çöküyor, seni de beraberinde dibe doğru çekiyor. Beraber son anımızda odayı terk etmeden önce deli danalar gibi eşyalarımı toplarken halimden korkmasın diye -her zamanki sözde anlayışlı havalarda (ve tabii entelektüel Türk olarak her daim patron koltuğundaki konumumla karşılaştırın)- “Merak etme, sana bir şey yapmayacağım” demem üzerine ona, çat diye “Zaten beceremezsin” cevabını yapıştırması… Kapıyı çarpmadan çıkıp onu daha da sinir etmek isterken o hışımla kendimi dış merdivenlerin başında dengemi kaybetmiş halde bulmam ve kalbim göğsümde küt küt atarken arkamda çarpılmayan kapının sessizliğinin kulaklarımda gitgide büyüyüşü… Her şey geride kalıyor.

Kendine Aşık Uykucular

Bir süre Ermeniler hakkında hiçbir şey duymak istemedim. O süre boyunca kışkırtılmış olduğuma, aslen haklılığıma inanıyordum. Üzerime çok varılmıştı. Dahası, bel altından vurulmuştu (hani o yumuşak karnıma yediğim kroşe), o yüzden aşırı tepkimi aylarca buna bağlayarak kabul ettirdim aklıma. Bence ben ona bu yüzden kızmıştım; yoksa duygularımın Ermeniler ve diaspora konusundaki gerçek düşüncelerimle, neyi -acıyı, öfkeyi veya başka bir şeyi- ne kadar hissetmeleri ve istemeleri gerektiğini ancak biz Türklerin tayin edeceğine içten içe inanmam –inandırılmam!– ile bir ilgisi yoktu, olamazdı. İzmir’e ayak basar basmaz dostlarıma sığındım, psikolog arkadaşlarımdan destek istedim.Haklı olduğumu duymak istiyordum.Suratlarındaki çoğun çaresiz ifadeyi unutamıyorum, koca koca açılmış ve gözbebekleri endişeyle yanıp sönen gözlerle yüzümü tarayışlarını.Bu konuyla böylesi bir kompozisyonda daha önce hiç karşılaşmamışlardı şüphesiz. Korku ve bilgisizlik kadar yılgınlık ve ilgisizlik de asılıydı havada. Ne diyeceklerini bilemediler; psikoloji ilminin sınırları bile kafayı yemiş olduğum teşhisini koymaya yetmedi, böylesi bir tabunun körleştiren gücü karşısında…

Beni Ermeni konusuyla barıştıran şey, eğer yeni kurulan tatlı dostlukları ve gezegenlerin esrarengiz devinimlerini saymazsak, Azad Alik ve Armenian Weekly sitelerinde okuduğum alışılagelmedik yazılar oldu. İlk anmam gereken, Ayda Erbal ve Talin Suciyan’ın Ermenilerin “yüzyıllık yalnızlığı” ya da terk edilmişliğine ilişkin One Hundred Years of Abandonment” başlıklı yazısı[1](bu yazıyı bir ana- ya da babayiğidin bence acilen Türkçeye çevirmesi gerek.) Keza İstanbul (aslında Türkiye) Ermenilerinin özünde neden “diasporada” varsayılmaları gerektiğini (ve tam da bu yüzden onları Diaspora Ermenilerine karşı bir alternatif olarak niçin daha çok “bizden” sayamayacağımızı) tartışan bir yazı da Vartan Matiossian imzalıydı. Diasporalı arkadaşıma diyaloğumuzun başlarında “bir perspektif” olsun diye İngilizcesini (“Deep Mountain”) önerdiğim Ece Temelkuran kitabı “Ağrı’nın Derinliği”ne ve yazarına dair Burcu Gürsel imzalı söylem analizi (fikrimce Türkçeye çevrilmesi gereken bir yazı daha) de bu gözümün açılması ya da aydınlanma diye tabir ettiğim süreçte yararlandığım çalışmalardandı. Temelkuran romantizmi damak tadım için her zaman fazla şekerli olmuştu ama kitabında Diaspora Ermenilerini nasıl tedaviye muhtaç stereotipler olarak resmettiğini ve suç, hak ve adalet gibi şakası olmayan kavramları hissi, kalbi düzeylerde tartışmanın teorik olarak yanlışlığını ve güdüklüğünü neden sonra görebildim. Bu kitap daha sonra Erbal ve Suciyan’ın makalesinde tartışılacak olan “romantik Anadolu miti” üretiminin iyi bir örneğiydi. Yazar kendini (ve benzerlerini) diğer Türklerden (“solcu” olduğu için) soyutlayarak soykırımın tarihsel sorumluluğundan bağışık tutuyor, Türkler ve Ermeniler arasındaki kültürel ve fiziksel benzerlikleri (“aynı kökten gelmek”) öne sürerek[2]ve Anadolulu/Ortadoğulu olmaya nedense özel/özcü bir önem atfederek bu iki grubun dünyanın geri kalanından farklı bir çözüm bulmalarını öneriyordu. (Burada eser miktarda yabancı düşmanlığı -Amerika “yalan”dır, Türkler ve Ermenilerin Türkçe konuşmak dururken sonradan öğrendikleri yabancı bir dilde anlaşmaları ise fena-, her şeyin başının para olduğu iması ve sorunun bir “erkeklerin dünyası” sorunu olması iddiası gibi kaçış noktaları da vardır.) “Ağrı’nın Derinliği”nin “Ağrı’mız” denerek ithaf edildiği ve yazarının kitapta sık sık imdadına yetiştirdiği bir Hrant Dink figürü de vardır ki bir Ermeni’nin başka Ermenilere karşı nasıl olur da öznel bir hizaya getirme aracına dönüştürülebildiğini görmek açısından ibretliktir.

Nitekim bir karınca kadar kararlı, dön dolaş aylarca bu yazıları okudum durdum; bir sırrı ağır ağır çözer gibi, orada öylece duran kendinden emin, yalansız ve vakur meramı anlamaya çalıştım. İki yıl önce tırstığım Taner Akçam ve diğerlerini okudum.İnsanlarla daha az konuştum, kendi içime daha çok döndüm, onu ve olanları önce giderek daha az düşündüm (çünkü dışına çıkmış ve yabancılaşmıştım) ve bir noktadan sonra tekrar giderek daha çok düşünmeye başladım, ama bu sefer içimde ne kızgınlık vardı ona karşı, ne de ihtiras. Geriye pişmanlık ve utanç kalmıştı.Gelgit gibi bir şeydi.İçindeyken farkında değildim ama bir gün, deyim yerindeyse sular çekilince, geride bunları buldum.

Arada onun en sık konuştuğu, yaşadığı ülkedeki yaygın dili öğrendim.Yakınlarda bir gün oturup ona bu dilde bir mektup yazdım ve ondan özür diledim. Varoluşuyla ilgili bu belki en temel meselede onu ve onun namına Ermenileri ve diasporayı talep ettikleri gibi sayıp tanımamakta ısrar etmiş, onun bu en özel haklılığına kibirle defalarca dil uzatmıştım; üstelik bütün bunları dost ayağına yatarak yapmıştım. Dışarıdan “uzlaşma” yanlısı görünüyordum ama asıl niyetim, bu iki kişilik ilişkiyi bile kendim yönetmek ve bildiğimi okumaktı.Ağırbaşlılıkla dinleyip doğruları öğrenmek yerine, yüzbinlerce insanın milyonlarca diğerinin geçmiş deneyiminden süzdüğü acı yaşam bilgisini değersizleştirme, bir toplu delilik gösterisi olarak görme ve yansıtma menziline girmeme ramak kalmıştı. Bu konuda beni yaya bırakmayan geniş bir Türkçe yazın rezervi vardı ne de olsa. Hepten Ermeni düşmanlığı güden ırkçı ve milliyetçiler “bizden” olamayacak kadar bayağı oldukları için, daha ziyade rafine olanları, mesela Diaspora Ermenileri ile bazı Türkleri aynı hastalıktan -yani milliyetçilikten- mustarip ilan edenleri kastediyorum. (Tabii bu bakış açısına göre milliyetçiliğin kendisi ve her türlüsü, her koşulda kötü ve kurtulmak gereken bir illettir ama tam da bu noktada kendi gizli milliyetçiliğimizin, konformizmimizin, başkaları adına ve tepeden konuşuşumuzun ayırdında olmayız.) Bir alt-literatür olarak Hrant Dink’in ölümü sonrasında kaleme alınan “müspet” yazılar külliyatını da burada anmam gerek. Armenian Weekly’de benim hikâyemden tam üç yıl önce (2008) yayımlanan bir analizde (İngilizce) 19 Ocak’tan sonra hâsıl olan “ikramiyeden” pay kapmaya talip olanlara, Türkiye Ermenilerinin “rehin alınmış” olma niteliğine ve bu yüzden geliştirdikleri hayatta kalma mekanizmalarına işaret ediliyordu. Velakin biz o esnada Türkiye’de diasporayı ne çeşit bir ucubeye benzetsek de (sanki diasporadakilerle diğer Ermeniler arasında organik bağlar yokmuş gibi) onu (bizim) Ermenilerle olan ilişkimizden diskalifiye etsek diye uğraşıyorduk. Bu noktada iğneyi gene kendime batırmam gerekiyor: birkaç yıl önce üyesi olduğum İzmir menşeli bir derneğin web sitesi için, artık izi olmayan ama hatırladığım kadarıyla Hrant Dink ve Uğur Mumcu’yu aynı idealin savunucularıymış gibi yan yana getirdiğim içli bir yazı yazmıştım. Ne büyük gafletti.

Özür mektubumu temize çekmeyi, dolmakalemin kıvrımları gözüme arzu ettiğim kadar kararlı ve fakat tehditsiz görününceye kadar sürdürdüm. Sonunda hiçbir cevap almayacak olsam dahi pişmanlığımı son damlasına kadar kâğıda dökmek kişisel olarak sağaltıcıydı. Mektubu yolladıktan sonra yine kederlendim gerçi.Bazı konular vardır ki sizi hayat boyu kederlendirebilir; rahata erdiğinizi sandığınız anlarda bile keder, hicap ve yetersizlik duygusu kol kola gider.

İşte ne tesadüftür ki ben bu mektubu gönderdikten kısa bir süre sonra Sakık’ın malum özür olayı meydana geldi, olayın sanal âlemdeki yankıları ışığında kendi teşebbüsümü gözden geçirdim ve diasporalı arkadaşım ölçülü bir cevap göndererek özrümü kabul ettiğini hissettirdi. Yaşamımın son birkaç yılına damga vuran bu olaya şimdi dönüp baktığımda şunu görüyorum: Hatalarım şüphesiz benim eserim ve onlardan yalnızca ben mesulüm, ama davranışlarımın arkasında, toplumun bir bireyi olarak bu mevzuda kasten cahil bırakılışımın ve en az onun kadar önemli olarak yanlış bilgilendirilişimin, dolduruluşumun da payı vardı. Resmi ideolojiye meydan okuyor görünüp diasporayı ve onun içinden yazanları yok sayarak, itibarsızlaştırarak geçmişi, bugünü ve yarınıyla Ermeni sorunu hakkındaki algımızı tekelleştirenlerin yaptığına takiye, bu yollarla bir barışma gerçekleşmesini ummalarına ise hüsnü kuruntu denir. Nitekim sadece birkaç yıl önce, o vakte değin konular hakkında okumuşluğum ve sağduyuma olan güvenimle diasporadan gelen biriyle ne sevgili ne de dost olmayı başarabilmiştim, üstelik onun onca gayreti ve iyi niyetine rağmen. İlişkimizi kırıp attıktan sonra okuyup öğrendiklerim sayesinde ise bu hatamdan dolayı nedamet duymayı becerebildim.Bana bu basireti kazandıran, büyük ölçüde diasporadaki yazarların yazdıkları oldu.

Son olarak, sıradan bir Türk olarak konu hakkında söz ve eylem üretenlere naçizane seslenmeme izin verin.Eğer Türkler ve Ermeniler arasında bir gün hakiki bir barış olmasını yürekten diliyorsak, bunun, kendi tecrübemden yola çıkarak söylüyorum, kendi ajandamızı (üstelik üzerinde iyi düşünülmemiş ve mesnetsizse) dayatarak ve diasporayı dışlayarak (ya da ayrıştırarak) gerçekleşmeyeceğini bilmek gerek. (Tabii eğer dileğiniz bu değil de günü kurtarmaksa daha beter sonuçlara vesile olunduğunu bu yazıda göstermeye çalıştım.) Homojen olmayan bir topluluk olarak diaspora içinden bizim duygusal lakırdılarımıza gönül indiren birilerinin çıkması Türkler olarak doğru yolda olduğumuz ve geri kalanların da patolojik oldukları anlamına gelmiyor.Bizde konuyla ilgili yapılan çalışmaların kuramsal sığlığını göz önüne aldığımızda düşünsel ve duygusal olgunluk açısından çok daha gelişmiş olduğunu düşündüğüm diasporanın geçinemediğimiz kesimlerini muhatap almanın (ve onlardan bu konuda feyz almanın) bizler açısından çıtayı yükselteceğine inanıyorum. Her ne kadar siyasal iktidarı, muhalefeti ve toplumunun büyük kesimiyle bu noktadan henüz uzak olsak da…

Görkem Daskan – http://azadalik.wordpress.com

E-posta: [email protected]


[1]Ermenilerle üst perdeden bir sesle diyalog kurmak isteyen Türklerin (üstelik ilerici olanlarının) muhataplarını güçsüzleştirilmiş Türkiyeli Ermeniler arasından seçerek “iyi Ermeni-kötü Ermeni” ikiliği yaratmaları ve bu güçsüzleştirme, kurban etme sürecinin, dolayısıyla 1915’in döngüselliğinin kendisi yazının tartıştıklarından sayabileceğim birkaçı. (Bu noktada aklıma diasporalı arkadaşımın duduk sesinden nefret etmesi geliyor, çünkü muhtemelen Ermenilerle ilgili olarak Türk medyasında görebileceğiniz her yazıklanma fırsatında, fonda bu enstrümanın “patetik” sesini duyabilirsiniz.)

[2]Erbal ve Suciyan’ın makalesi ise bu noktada bize şu önemli soruları soruyor: Sadece bize benzeyeni (ya da bizimle aynı olanı) mi sevip sayarız ve eğer birbirlerine benziyorduysalar, o zaman niye yok ettiler? (İç sesim: ve o halde niye hâlâ ediyoruz?)

 

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.