ManşetRöportaj

Memet Ali Alabora: “Oyun oynayacak mısın? Oynamayacak mısın?”

0

Yeşil Gazete olarak, okurlarımız için Memet Ali Alabora’yla bir röportaj gerçekleştirdik. M.Ali Alabora, şu günlerde 1 Aralık’ta sahnelenmeye başlayacak olan “Mi minör” isimli oyunun yönetmenliğini yapıyor. Aynı zamanda oyunun geçtiği Pinima ülkesinin başkanını da oynayacak olduğu ve çarpıcı olacağı şimdiden belli olan gösteriden ayrı olarak, kendisiyle Oyuncular Sendikası başkanlığı hakkında, oyun kavramı üzerine ve hatta kültür-sanat politikalarına yönelik birçok başlığa denk gelecek içerikte, uzun uzun muhabbet ettik. Alabora’ya yoğun prova süreçleri ve Heberler çekimleri arasında bize vakit ayırdığı için teşekkür ediyor ve sizlere yemyeşil muhabbetimizi aktarıyoruz.

***

R. K: “Mi minör” mü? “Pinima” mı?

M.A: Mi minör… Oyunun adı “Mi Minör.” Ülkenin adı “Pinima.” Miminör.net. Oradan görebiliyorsunuz hikayeyi.

R. K. : Ben Mi minör’ü tiyatronun adı olabilir mi diye düşünmüştüm.

M. A. : Hayır, hayır… Tiyatronun bir adı yok. Bir kumpanya değil bu. Bu sadece bir proje. “Mi Minör” diye bir proje. Bunu yapan bir prodüktörün adı madı yok yani. Bir prodüksiyon şirketimiz var ama ayrıca öne çıkan; şu tiyatronun, şu oyunu gibi bir durumuz yok.

R. K. : Mi minör ve Pinima sitelerini incelemeden, yalnızca tanıtım videosunu izlediğimde ilk olarak “Heberler”’deki gibi bir Türkiye parodisiyle karşılaştığımı düşünmüştüm.  Yani izleyiciler tarafından sosyal medyadan izlendiği haliyle… Ama sonradan bakınca aslında Türkiye’yle hiç ilgisi yokmuş da, Orwell’vari bir bilimkurguymuş gibi geldi. Bu oyun fikri bir Türkiye parodisi midir? Yoksa bağımsız bir kurgu hikaye mi?

M. A. : Burası tamamen Pinima. Meltem Arıkan’ın bulduğu bir ülke. Burası Türkiye değil. Amerika da değil.. Herhangi bir yer de değil. …Ama çok ilginç bir yansıması var. O da şu; “abi burası tam Türkiye olmuş ya.” “Burası Tam Kuzey Kore olmuş.” “Abi aynı Türkmenistan.” “Tam Amerika olmuş.” …. Bütün bunları o ülkelerden gelen çeşitli insanlardan ya da yorum yapan çoğu insandan duydum ben.  Yani dolayısıyla bu bir ülkeye ait veya bir ülkenin parodisi olsun diye yapılmış bir şey değil. Bu genel olarak dünyadaki sistemin, bugünkü işleyişin, korku üzerinden işleyişin ve genel olarak ataerkillik üzerinden işleyişin kurgulandığı bir ülke. 0’dan, 3.14 metre yüksekliğindeki Pinima ülkesinde bir yer.

R. K. : Tam olarak otoriteryenlik eleştirisi var mı peki burada? Otoriteryen bir ülke mi burası; korku üzerinden dediğiniz yeri açabilir miyiz? Çünkü otoriteryen mi? Yoksa acaba simülasyon mu demek gerekiyor acaba diye düşündürüyor? Biraz da öyleymiş gibi.. Yani ne kadar otoriteryen? Hatta Otoriteryen eleştiri pek yokmuş gibi de görülebilir mi?

M. A. : Dediğim gibi.. Bir Amerikalı buraya “aynı Amerika” diyor. Ya da başka bir arkadaş başka bir yere benzetiyor. Dolayısıyla hani bu dünyanın heryerinden birşey var içinde. Mesela oyunun içinde bir takım yasaklar var. O yasaklar arka arkaya dizildiğinde inanılmaz absürd duruyor. Ama o yasakların hepsi dünyanın bir yerinde gerçekten var olan yasaklar.

R. K. : “Mi minör” ismi nereden geliyor?

M. A. : Mi minör ismi tamamen Meltem’in tercihi. Kadın sesine çok yakın bir ton mi minör. Biraz onunla ilgisi var. Biraz da kendi tercihi tabi…

R. K. : Hikâye aslında biraz dolaşıyor ama hikâyeyi alabilir miyiz?

M. A. : Mi minör Pinima ismindeki bir ülkede geçiyor. Pinima, demokrasiyle yönetilen ve herşeye başkanın karar verdiği bir ülke. Ve bu Pinima’ya, siz oyuna geldiğiniz andan itibaren girmiş oluyorsunuz. Bu ülkenin bir televizyonu var. Televizyonda yayınlanan dizileri var. Reklamlar var, haberler var. Siz o haberleri izliyorsunuz, kimi zaman haberlerde olanlar halka soruluyor. Sizin yanınızda insanlarla röportaj yapılıyor. Siz de o meydandasınız. Ve başkan halkı için her seferinde yeni düzenlemeler yapıyor. Oyunun temel kurgusu bu. Siz de bunu yaşıyorsunuz. Ama bu sırada bir piyanist var, bir sokak piyanisti. Ve oyun o sokak piyanistinin ince sesleriyle “mi” notalarının yasaklanmasıyla başlıyor. Bunun üzerine piyanist tepkisini göstermek için şarkılar söylemeye başlıyor ve ona yeni müzisyenler de katılıyor, sonra ergenler de katılıyor, isterse seyirciler de katılıyor. Böylece piyanist seyirciyle birlikte, sosyal medya üzerinden de birsürü seyirciyle, dijital oyuncuyla ilişki kurararak Pinima’da olup bitenleri dünyaya yaymaya ve seyirciye de gerçekten olup bitenleri göstermeye davet ediyor. Biz aslında sizi bir gösteri izlemeye davet ediyoruz. Siz bir gösteri izlerken bir oyun başlıyor. Piyanist ve ekibi sizi bir oyun oynamaya davet ediyor aslında. Burada seyircinin en baştan itibaren seçimleri var. 1-) Önce bu oyuna gelecek misiniz? Yoksa sosyal medyadan ne olup bittiğine mi bakacaksınız? Arada yaptığımız canlı yayınları mı izleyeceksiniz? İzledin mi hiç yayınlardan bazılarını?…

R. K. : İzledim. Bugün “düşünce özgürlüğü satıyoruz” denen bir video vardı.

M. A. : Onlar tanıtım videoları, o değil. Pınarın, piyanistin sitesi var. O siteye girersen, orada, o gece çekilmiş canlı yayınlar var. Oradan yapılmış. Seyircilerle konuşuyor. Soruyor. Yani ya seyirci olarak canlı yayınları izleyerek twitleri takip ederek, “ya orada bir şey oluyor”u takip edebilirsiniz. Ya da bilet alıp mekana gelebilirsiniz. Bileti alırken iki tane seçeneğiniz var; ya Pinima halkı gibi onlarla aynı zeminde olacaksınız, orta alanda ayakta olacaksınız iki saat boyunca, ya da tribünden izleyeceksiniz seyirci olarak. Bileti aldınız, geldiniz. Her ikisinden birine karar verdiniz. Yine iki seçeneğiniz var. Seyirci olarak, sadece oyunu izlemeyi tercih edebilirsiniz, -gösteriyi izlemeyi. Ya da piyanistlerin davetiyle oyuna katılmayı tercih edebilirsiniz. Yani her aşamada seyircinin seçim yapmasını beklediğimiz bir oyun aslında.

R. K. : Sosyal medyayla ilgili, mesela piyanist bir twitter hesabı açmış ve oradan yayınlara başlamış bile. Her karakterin bir hesabı var gibi…

M. A. : Her oyun oradan başlıyor. (Şu anda internette misin? Hani neredesin? … :P ) Bak şurada “piyanisti destekle” var. O bizi piyanistin sitesine götürüyor.  Oyun sırasında burada durursan, bu açık kalırsa, sağ tarafta piyanistin attığı twitleri, facebook’ta post ettiklerini ve o sırada yaptığı canlı yayınları izleyebiliyorsun.

R. K : Her karakterin var mı peki?

M. A. : Her karakterin değil. Piyanistin, müzisyenlerin ve ona eşlik eden ergenlerin. Burası piyanistin Ustream kanalı. Buradan, oyun anında izlenebiliyor ama aynı zamanda daha önce çekilmiş videolara da gidebiliyoruz.  Şimdi oyun esnasında çekilmiş bir video izleteceğim. Ve sen yazdığın zaman sana cevap da yazıyorlar içeriden.

R. K. : Yalnız oyun sosyal medyadan ayrı olmuyor. İlle de akıllı telefon, tablet ya da laptop gerekiyor gibi.

M. A. : Yoo aslında sadece ayrı bir katman yaşıyorsun. Tamamen hayat gibi. Twitter kullanmadan da bugün yaşarsın.

M. A. : Bak seyret şimdi. Bunlar bayağı şu anda bir adamın ağzına ekmek tıkılmasını izliyorlar. Sosyal medyadan izleyen için bizim temel kurgumuz aslında seyircinin tepkilerini görebilmeniz. Dolayısıyla her gece farklı bir olay izliyorsun aslında.

R. K. : Sosyal medyadan bu görüntüler izlenebilecek mi?

M. A. : Canlı bu. Canlı kayıt. Bunu evde olsaydın canlı olarak izleyebiliyordun zaten. Bak. Bunlar seyirci, hiç biri oyuncu değil. Başkan çıktı mesela şimdi. Ben oynuyorum.

R. K. : Tepki veriyorlarsa ne oluyor?

M. A. : Veriyorlar, “Yuuuh” falan diyorlar. Bak şimdi tepki veriyorlar bana. Ben diyorum ki “biri çok yemekten öldü” diyorum. Yuhhluyorlar beni. …Silah sıkıldı! Sen evde izlerken şimdi kesilecek burada yayın.. Sonra başka yayına geçecekler.

R. K. : Bir oyunun ne kadar kısmı canlı yayınlanıyor?

M. A. : Toplamda yaklaşık 20 dakika bağlanıyoruz…

R. K. : Çünkü canlı yayınlanıyorsa…  Her seferinde oyun değişiyor ama bütün oyunu izlemiş olacaklar.

M. A. : Aslında ben tamamını da canlı yayımlayabilirim. Bir problem yok insanlar izleyecekse. Şey gibi düşün. Bir yerde bir olay oluyor, toplumsal bir olay oluyor, istiyorsan hepsini izle. Ama orada olmakla, onu oradan izlemek arasında bir fark var yani. Ve de ne olursa olsun, temel konsantrasyon noktamız o yayınları yaparken aslında seyircinin tepkilerini görmek ve göstermek.

R. K. : Peki hocam, ben sizi ve tiyatroya ilişkin yaklaşımınızı biraz daha yakından tanıyorum ancak okurlarımız bilmeyecektir. Arayışta olduğunuz seyirci-oyuncu / oyuncu-seyirci denklemlerine ilişkin ciddi bir deneme, deneysel tiyatroymuş gibi algılıyorum. Nasıl peki içinize siniyor mu? “Yakaladım” diyor musunuz? Belki de “çağdaş tiyatro teorilerine ilişkin özel bir şeyi becerdim, oldu” diyor musunuz? Toparlayamadım ama .. :P

M. A. : Şimdi tabi seninle röportaj yapıyor olmak çok farklı başkasıyla yapmaya göre. Çünkü sen benim ne üzerinde çalıştığımı çok uzun yıllardır biliyorsun. Çok uzun yıllardır üstünde çalıştığım oyun denen şeyin, yani “oyun oynama”nın, tiyatronun, sinemanın, televizyonun sınırlarını aşan bir şey olduğunu düşündüm hep. Bizim esas işimizin de oyun olduğunu düşündüm. Bunu da seninle konuştuk hep. Aslında burada yapmaya çalıştığımız şey de bir oyun kurgulamak ve o bizim oyuncularımıza da, aktörlerimize de, yani her gece bir oyun kurgulayabilmek ve bir oyun oynamalarını sağlamaya çalışmak. Evet, o oyunun da bir kuralları ve sınırları var. Bunların bazıları belli, bazılarını da bu oyunu oynadıkça göreceğiz. Ben mutluyum böyle bir şeyi deneyebildiğim, böyle bir şeyi yapabilmeme inanan insanlarla beraber olduğum için. Meltem’in tekstinden başladı herşey. Benim oyun fikrimle buluştu ve birleşti. Ve onun texti bu oyunun kurgulanmasına inanılmaz bir imkan tanıdı.. Öyle ki yurtdışında dijital oyunculardan bir kısmı “Pinileaks” diye bir şey başlattılar. Pinima başkanının rezilliklerini ortaya çıkaran bir Pinileaks kurdular.. Yine yurtdışında dijital oyunculardan bazıları bir “RPG” fikri geliştirdiler. “Role-playing-game” fikri geliştirdiler. Ve şimdi Pinima’ya ajan arıyorlar. Hani içeride mücadele edenleri bulacak olan… Yani herkeste bir oyun oynama isteği doğuruyor. Ama bunu istemeyenler yani oyunun dışında kalmak isteyenler için de bazen beklenileni vaadetmeyebiliyor. Yani tamamen sizin seçiminizle ilgili birşey aslında.. “Oyun oynayacak mısın? ya da oynamayacak mısın?”la ilgili bir şey. Çok uzun zamandan beri üzerinde çalıştığım oyun oynama kavramı ve oyun oynamak üzerine, -ben istediğimi yaptım yani.

R. K. : Peki buna oyundan ayrı olarak performans olarak baktığımızda, tiyatro olarak, yani bir gösteriye yansıtabilmek var çünkü burada…

M. A. : Evet zor olan oydu zaten. Hep çalıştığımız ve konuştuğumuz şey de oydu. Evet oyun oynayabiliyoruz. Oynatabiliyoruz da. Oyunu kuruyoruz ama bunun bir dramaturgi içinde, dört başı mamur biçimde her gece yapılabilmesini sağlayabilir miyiz? Temel soru buydu benim için yıllardır.. Ben bunu sağlayabildiğim kadarını sağladığımı düşünüyorum ilk oyun olarak. Bunun sınırları nerelere gidecek, yani mesela ben buna yeni bir boyut olarak sosyal medyayı eklerken “aaa sosyal medya çok moda, o da işin içine girsin” diye çıkmadı. Kendi hayatımızın içinden çıktı. Meltem’in de öyle. Meltem benim çok yakın arkadaşım. Bundan üç yıl evvel, sosyal medyayla hiçbir ilgisi yokken ben ona “Twitter’a girmen lazım” diye “bak şöyle, böyle” diye anlatırken…

R. K. : Bu arada siz bunu söylüyorsunuz ama cep telefonu bile kullanmıyordunuz.

M. A. : Kullanmıyordum artık kullanıyorum… :) Ve Meltem üç yıldır o kadar aktif hale geldi ki, -dünyada çok acayip bir ağ var artık-, dünyanın her yerinden takip edicileri var, takipçilerinin çoğunluğu yabancı ve çok ciddi bir yabancı networkü oluştu. Ve bu oyunun içinde dışardan katkı sağlayanların hemen hemen hepsi onun sosyal medyadan tanıdıkları oldu. Hatta bu oyunun teknolojik altyapısını sağlayan kişi de, şu anda bizimle birlikte olan “nine” adıyla sitede görebileceğiniz kişi bile sosyal medya aracılığıyla tanıştığımız ve şu anda bizim çok yakınımız olan biri. Dolayısıyla bütün bunlar eklenmiş oldu. Yani oyunun bir de dijital oyuna doğru giden bir kısmı oldu.

R. K. : Eh tabi, bir çok sitesi var…

M. A. : Evet dört tane sitesi var oyunun. Bir tanesi “Mi minör” yani oyunun resmi sitesi. Piyanistin bir sitesi var. Piyanistin karakteriyle, yani bu karşı duruşun karakteriyle özdeşleşen bir site.  “Pinima”’nın bir sitesi var. Orası ülkenin resmi sitesi… Bir de bunlardan tamamen bağımsız “Mi minör teknoloji” sitesi var. Onu yurtdışından bir dostumuz hazırlıyor. O sebeple yalnızca İngilizce. Orası size teknolojik olarak kişisel güvenlik, güvenli telefon kullanımı, dijital mecrada teknik bilgiler veren bir blog. Mi minör teknoloji.

R. K. : Tabi hepsinin bir de sosyal medyada yansıması var. Facebook’ta, Twitter’da…

M. A. : Facebook’ta iki tane sayfa var. Biri Mi minör’ün kendi sayfası, kurumsal, reklam için…. Piyanistin bir sitesi var Facebook’ta, o bir kişi gibi yaşıyor, arkadaş kabul ediyor. Facebook o kadarla sınırlı. Ustream’da piyanistin canlı yayınlar yaptığı bir kanalı var. Youtube’da var. Bir de Twitter’da Mi minör teknolojinin ayrı, piyanistin ayrı, Pinima’nın ayrı, Mi minör’ün ayrı hesapları var.

R. K. : Bu oyun, Maçka Küçükçiftlik Park’ta, Caferağa’da yani tiyatro salonunda değil de daha çok konser salonlarında oynanıyor. Bu bir kısıtlama getirir mi?

M. A. : Evet tiyatro salonunun içi boşaltılmamışsa, çok büyük bir black box değilse, o salonlarda oynama imkanımız yok. Ancak ben oyunu en baştan basketbol sahasında oynanmak üzere tasarladım. O salonların 15’e 28 ölçüsü var ve onun yanında tribünler varsa dünyanın heryerinde oynayabiliriz.

R. K. : Peki Pinima, bir devrim sonrası mı öyle olmuş bir ülke? Yoka bizatihi bir ülkeyi mi buluyoruz? Yani Başkanla birlikte mi değişmiş?

M. A. : Bilmiyoruz… Orasını Pinima’yla yazışarak, Pinima’ya sorarak geliştirebilirsiniz. İleride Pinima’ya kanun teklifi de verebileceksiniz. Başkan da onaylarsa kanun teklifleri geçirecek. Böylece o evreni, Pinima evrenini genişletebiliriz.

***

R.K.  : Oyuncular Sendikası olarak SGK İstanbul İl Müdürü ile geçen sene görüşmeleriniz olmuştu. Orada size sanatçıların sanatçı olduğuna dair onay verme yetkisi verildi.  Bildiğim kadarıyla sanatçılar dışarıdan primlerini ödeyerek sigortalarını yaptırabiliyorlar.

M.A. : Görüşmelerimiz hala oluyor. Her gün görüşüyoruz hatta.  2011 yılında torba yasayla birlikte sanatçılara özel bir avantaj ortaya çıktı. 5510 Sayılı sosyal güvenlik kanununa, ek 6 maddesi olarak çıkan bir maddeye göre sanatçıların bir ay içinde 10 günden az çalışmaları olduğu takdirde, kendi primlerini kendileri ödeyebiliyorlar. Üstelik bu primlerde 19 günün primini (bu ilk çıktığında 18 gündü, bu yıl 19 gün oldu, gelecek yıl 20 gün olacak, 13 yılda tekrar eşitlenecek) yatırarak 30 güne saydırabiliyorlar. Kişinin sanatçı olduğunu ispat etme noktasında Oyuncular Sendikası yetkili bir kurum. Sanatçının, Kültür Bakanlığı’ndan, meslek birliğinden ya da bağlı bulunduğu sendikadan bununla ilgili onay alması gerekiyor. Ama bu ek 6 maddesinin  işleyişi ile ilgili problemlerimiz var. Bu problemleri SGK’ ya bildirdik. Onlar da sistemde bununla ilgili olan sıkıntıları çözmeye çalışıyorlar. Ama aslında ek 6 bizim tercih ettiğimiz bir uygulama değil.  Biraz ehven-i şer. Yani şöyle bir mantık var burda aslında. Hiçbir şekilde sigortaları yapılamıyor, bari kendileri sigortalarını yapıversinler diye çıkartılmış bir madde bu.  Dolayısıyla kötü kullanıma açık.

R.K :  Bu ek madde 2011 yılında mı çıktı? Sizin çabalarınızla mı çıkmış oldu?

M.A: Evet, 2011 yılında çıktı. Biz  sanatçılar için böyle bir düzenleme istiyorduk.  Aslında taksiciler için yapılmış bir düzenleme sanatçılara uyarlandı.  Biz, bunu geliştirmek ve iyileştirmek istiyoruz.  Bu da  uzun bir süreç alacaktır. Neden sanatçılar için böyle bir şeye ihtiyacımız var? Sanatçıların a-tipik çalışma durumları, yani normaldeki ilişkilerden farklı; iki gün orada, bir gün orada, üç gün orada gibi çalışma durumları… Özellikle oyuncular üzerinden baktığınızda daha çok zamanı oturarak, daha az çalışarak geçirilen bir meslek olduğu için, bir oyuncu için çalıştığınız zamanlar sürprizdir, yani ayrıcalıklıdır. “Bugünlerde işsizim” değil, “bugünlerde işliyim” demek bir sürprizdir. (Gülüyor ) Genelde oyuncu işsiz, az bir müddet işlidir. Onun için bu bizim hedeflerimizden ve amaçlarımızdan biri. Emeklilik priminin ve işsizlik sigortasının mesleğe göre düzenlenmesi. Bu aslında bir ilk adımdı.  Bunu şu anda kullanıyoruz ve eksikliklerini görerek tüketmeye çalışıyoruz, daha iyisini yapabilmek için…

R.K: Peki, sizin bu oyunculuktan , Garajistanbul iletişiminden bugüne kadar gelen süreçte bu sendikayla haşır neşir olmanızın size kattığı neler var?

M. A. : Sendikanın bana kattığı mı?

R. K. : Evet, sendikanın bir oyuncuya, bir sanatçıya kattığı neler var?

M. A: Açıkça şunu söyleyebilirim. Sendikal mücadele içine girdiğiniz zaman, emek mücadelesi dediğimiz,  o yıllardır dilimize pelesenk olmuş, çeşitli politik mecralarda, siyasi mecralarda dillendirdiğimiz şeyin, bir kavram olmaktan öteye, doğrudan yaşantımızın içinde bir şey olduğunu algılamak mümkün oluyor. Benim için bunun algılanması ancak, gerçekten emek mücadelesinin içinde sendikal bir mücadele verince gerçek oldu. Yani “ücret ne demek?” “Benim aldığım şey, ücret.” “Niye ücret?” “İşçiye ücret ödenir.” “Ben niye işçiyim? İş nedir? İşçi ne? Emek ne? Sermaye ne?” Bunların hepsini kavramsal olarak tabi ki biliyoruz. Ama bunu kendi hayatınızda bire bir pratikle yaşamak çok başka türlü bir farkındalık geliştiriyor. Bunun için küçük bir örnek vereyim. Ben, yıllarca bir vize formu ya da buna benzer bir resmi form doldururken, çalıştığınız işyeri kısmına hep serbest meslek yazardım. Fakat, hep kafamın bir kenarında da şöyle bir soru olurdu. Ben buraya serbest meslek yazıyorum, ama aslında ben şu anda, şu prodüksiyon şirketinde çalışıyorum, onun dizisinde oynuyorum ya da filminde oynuyorum diye düşünürdüm. Ama ilişkimizde hep serbest meslek makbuzu kesildiğini ve belge  açısından serbest olduğumu bildiğim için serbest meslek yazardım. Ama bu çelişki hep kafamı karıştırırdı. Artık bugün biliyorum ki, aslında bizim ilişkimiz serbest bir ilişki değil.  Aslında o gün kafamı karıştıran şey,  doğru bir kafa karışıklığıymış. Çünkü hakikaten ben  aslında oraya bağlı çalışan bir işçiymişim. Burada bizim ilişkimizin makbuzla düzenleniyor olması, ilişkimizin bağlılık ilişkisi olduğunu değiştirmiyor.  Yani bunu ve aldığımızın “ücret” olduğunu algılamak… Mesela “paramı alamadım” diyorduk, “para” diyorduk biz ona. Ya da mesela ilk konuşmaları yaparken “taban fiyatın belirlenmesi” diye bir cümle kullanıyorduk.  Oysa fiyat, bir ürün için geçerlidir. İşçiliğin karşılığı ücrettir. Oysa doğru olanı, taban ücretin belirlenmesi . Bu farkları anlamak, bu farkındalığa ermek, bu mücadelenin içinde olunca anlaşılıyor. Dolayısıyla sendikal mücadele de bana çok şey kattı. Yani, bugün herhangi bir yere gittiğim zamanki bütün  iş ilişkilerine başka türlü bakıyorum. Yani benim için bir garson, bir kasiyer başka biri artık. Yani iş ilişkisini okuyabiliyorum, farkı anlayabiliyorum. Bunu idrak ederek anlayabiliyorum.

R. K. : Şimdi şu konuya gelelim. Oyuncular sendikası, telif hakları konusunda Sinema Oyuncuları Meslek Birliği’nin (BİROY) sürdürdüğü bir mücadeleye de destek vermekte. Bize bu süreçten bahseder misiniz?

M. A.: Peki size o zaman küçük bir sürpriz söyleyeyim.  BİROY, 1995 öncesiyle ilgili bir dava açtı, bizim meslek birliğimiz. Ben BİROY’un üyesiyim sadece, yöneticisi değilim.  BİROY’un başkanı Janset, aynı zamanda Oyuncular Sendikası’nın Yönetim Kurulu üyesi. Onlar 95 öncesinde işleri olan oyuncularla  ilgili geniş kapsamlı bir dava açtılar. Yani, dava başvurusunda bulundular. Davayı açmak, savcılığın işi… Bekliyoruz.  Ama bu arada çok müthiş bir şey yaptılar. İspanya’ya gittiler. İspanya’daki Oyuncu Meslek Birliği toplayıcı örgütüyle bir toplantı yaptılar.  İspanya’dan 4 tane filmin telifini aldılar ve buraya geldiler. Bunu yakın zamanda burada tanınan oyunculara dağıtacaklar. Oyuncular ilk defa oynadıkları bir filmden telif alacaklar, ama İspanya’dan… :S

R. K. : Bu bahsettiğiniz Yeşilçam’dan filmler mi?

M. A.: Hayır, bunlar yeni zamanlarda vizyona girmiş 4 tane film.

R. K.: Hangileri? :)

M. A. : Sonra söyleyeyim.

R. K. : Peki, tamam. :)

***

R. K.: Seferihisar konusundan da bahsedelim biraz. Teos’ un sanatçılar kenti olması düşüncesi, Yeşil Gazete okurlarına çok anlamlı gelecektir.

M.A.: Tunç Soyer (Seferihisar  Belediye Başkanı)  gerçekten çok kültürlü ve çok vizyon sahibi biri.  Zaten Seferihisar’ ı ilk “Cittaslow” yani “yavaş kent” yapma vizyonu da bunun önemli bir göstergesi. Kültürel alana çok önem veriyor. Ama kültürel alanı sadece sanatsal, kültürel, tarihi değerlerimiz olarak değil benim çok uzun yıllardır hep çeşitli mecralarda anlatmaya çalıştığım şekliyle, yani gastronomisiyle, kendi yaşama kültürüyle, tarımıyla, ürettiğiyle, sanatıyla, tarihiyle, kültürüyle bir bütünsellik içinde düşünüyor ve bunun üzerine yatırım yapmak istiyor. Bu kapsamda davet kendisinden geldi, Salih Güney aracılığıyla. Salih Güney de hem bizim üyemiz, hem de arkeolojiye çok meraklı.  Gençliğinden beri çok meraklıymış. Ben de Salih Ağabey’in bu yönünü yeni öğrendim.  Teos’un şöyle bir özelliği var; Teos, Efes kadar, Bergama kadar büyük bir İyon kenti. Milattan sonra 300’lü yıllarda birçok İyon Kenti’nden dışlanan sanatçılar, oyuncular, Teos’ta bir araya gelmişler ve Teos’ta prodüksiyonları üretmeye başlamışlar.  Milattan sonra 3. yy.’da, Teos’ta, ilk Oyuncular Birliği’ni kurmuşlar. Tiyatronun öncülüğü olan Dionisos şenliklerinin bir Diythrambos’a dönüşerek tiyatro olmuş halinin Tanrısı sayılan, Dionisos’un, dünyadaki en büyük tapınağı da Teos’ta. Başkan bizi oraya davet etti. Biz de Dionisos Tapınağı’nın kalıntılarının orada, ev yapımı şaraplarla, Teos zeytinleri ve peynirleri eşliğinde yeniden dünyanın ilk oyunculuk örgütüne bir selam göndermiş olduk, o topraklarda kurulmuş  yeni bir oyunculuk örgütü olarak…

R.K.:  Peki, daha sonrası için de planlar var mı?

M.A. : Evet,  Tunç Bey’le ve Seferihisar’la ilişkimiz devam edecek.  Belki,  Avrupalı oyuncular, Avrupalı oyunculuk örgütleri için de Seferihisar’ı bir çekim alanı haline getirmek ve uzun vadede de yine Seferihisar’ı kültürel ve sanatsal anlamda bir çekim alanı haline getirmek için ortak çalışacağız.

R.K.: Yüksel Aksu’yla birlikteliğiniz de çok güzel. Bu da, bizim okurlar için çok yabancı olmayan şeyler.  Özellikle “Entelköy Efeköy’e karşı” olsun, “Dondurmam Gaymak” olsun, bunlar hep eskiden beri bizim insanlara sunduğumuz yeşil fimler… Bu projeler daha devam edecek mi?

M.A: Yüksel benim çok yakın arkadaşım. Bu oyunu yaparken de Yüksel geldi, belgeselini yapıyor mesela. Oyunun belgeselini yapıyor ekibiyle birlikte. Dolayısıyla bizim Yüksel’le birlikteliğimiz devam edecek. Film mi çekeriz, rakı mı içeriz değişir ama biz çok eski arkadaşız. Dondurmam Gaymak’la başladığımız ve Entelköy Efeköy’e Karşı’yla devam ettiğimiz şeyin içinde de, aslında Mi Minör’e dönersek, “oyun”la ilgili bir şey var. Dondurmam Gaymak, benim için bir oyun deneyiydi.  Oyun dediğimiz şeyi, oyunun çıktığı coğrafyalardan birtanesi olan Karia coğrafyasında, Karia halkıyla birlikte yansıtabilmekti aslında orda yaptığımız şey. Entelköy Efeköy’e Karşı’da da buna benzer bir şey yaptık.  Dolayısıyla Yüksel’le olan bağlantımız, profesyonel birlikteliğimiz, arkadaşlığımızın ötesinde iş üretmek üzerine kurduğumuz birliktelik, böyle bir oyunu temel alan bir yerden geliyor.

R.K: Aynı zamanda yerelliğe de uzanıyorsunuz.

M.A.: Eh tabi o sonuçta kendi coğrafyasına çok bağlı. Bir Ula’lı (Muğla), Karia halkından gerçek bir oyuncu … Daha doğrusu Yüksel, çok acayip bir oyunbaz, çok iyi bir anlatıcı, oyunkuran, oyunbozan, oyun-yapan, sadece bir yönetmen olarak değil, kişi olarak da öyle bir adam… Keçi zaten, tipi de keçi. :) Yani tam anlamıyla keçi… Keçi, bizim atamız.  Oyunculuğun atası.  Çünkü çok oyuncu bir hayvan keçi. Yani biraz belki oralara bakılmış. Onun için satyr var yani. İşte, bütün bunların birleşimi Yüksel’le iş üzerinden birlikteliğimizin temel nedeni. Ama onun dışında çok iyi arkadaşız.

R. K. : Zamanında Barışarock festivalinde bayağı aktiftiniz. O sloganınız hala yaşıyor. “Sensiz bir kişi eksiğiz!” O sizin gençliğiniz miydi? :) …Ve şimdi festivaller üzerine bir şeyler dönüyor. Bu durumu siz nasıl görüyorsunuz?

M. A. : Sen tabii festivalcisin. Bu sadece festivallerle ilgili değil. Burada kültürel anlamda genel bir mesele var. Bu kimilerine göre gayet olumlu, kimilerine göre ürkütücü, kimilerine göre şaşırtıcı olan bir dönüşüm içinde Türkiye. …Türkiye dönüşüyor. Ama daha muhafazakar bir yere doğru dönüştüğü kesin. Bu muhafazakar algı içinde kültür-sanat alanı sürekli bir mesele olmaya başlıyor. Bu tür dönüşümlerde benim genel tecrübem; dünyada sonda iki şey öne çıkar, biri kültür-sanat alanı, diğeri de kürtaj… Biz bu ikisini geçen sene bolca konuştuk. Bu dönüşüm içinde festivaller de, tiyatrolar da diğer alanlar da etkileniyorlar. Dolayısıyla o bütünün içinde düşünmek lazım.

***

R. K. : Sayın Pinima başkanı, iki partiden birden aday olmanız oyları bölmez mi?

M. A. : Demokrasilerde halkın sözü çok önemlidir. Onun için de, ben, iki partide karar kıldım. Çünkü halkım konuşmasa bile ben onları dinliyorum!

 

Röportaj: Ramazan Kaya / Yeşil Gazete Sanat Editörü [email protected]

Fotoğraflar: Rana Almaç

Mi Minör Hakkında;

KüçükÇiftlik Park

1 Aralık 2012 Cumartesi, 21.00 (PRÖMİYER)

2 Aralık 2012 Pazar, 18.00

5 Aralık 2012 Çarşamba, 21.00

9 Aralık 2012 Pazar, 18.00

Caferağa Spor Salonu

13 Aralık 2012 Perşembe, 21.00

20 Aralık 2012 Perşembe, 21.00

Yazar: Meltem Arıkan
Özgün Müzik: Evrim Demirel
Yönetmen: Memet Ali Alabora
Yapımcı: EEMPCM
Uygulayıcı Yapımcı: CPM/Cem Görk
Sahne/Kostüm/Işık Tasarım: Kerem Çetinel
Ses Tasarım/Görsel İşitsel Uygulama: Filika/Selçuk Artut
Video Filmleri Yönetmeni: Özgür Uyanık
Oyuncular:
Anıl Eroğlu
Barış Yalçınsoy
Bora Cengiz
Can Kahraman
Coşku Cem Akkaya
Deniz Çakır
Ege Arıkan
Fuat Onan
Gizem Yağız
Gözde Seda Altuner
Memet Ali Alabora
Onur Ay
Öznur Serçeler
Pınar Öğün
Sennur Nogaylar

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.