Köşe Yazıları

Bazı gerçekler

0

Aslında Özgür Gürbüz’ün 17 Haziran 2012 tarihli Birgün gazetesinde yayınlanan “Yeşiller Partisi Neden Başarısız Oldu?”* başlıklı yazısına yanıt niteliği taşıyacak bir yazı yazmak istemiyordum. Bunun çok sayıda nedeni var. Her şeyden önce aynı partinin üyesi de olsak farklı düşünebiliriz. Eleştiri de eleştiridir. Bence bir eleştiriye ancak yapıcı ve geliştirici bir şekilde tartışma şansı varsa yanıt verilmelidir. Öteki türlüsünü kişisel polemikleri sevenler yapıyor.

Ancak Özgür Gürbüz’ün yazısı bir eleştiriden çok bir suçlama yazısı. Bu yazıda söylediği şeylerin çoğunu daha önce parti içi ortamlarda dile getirmişti. O zaman ben de, başka arkadaşlar da yanıt vermeye ve tartışmaya çalıştık. Ama bu kez suçlamalar kamuoyuna açık bir ortama, bir günlük gazeteye taşınmış oldu. Üstelik suçlamalara temel teşkil eden olgular gerçeklerin çarpıtılmasına dayanıyor. Dolayısıyla bu yazıdaki suçlamaları eleştiri kabul edip ciddiye alan, hak veren, kulak verilmesi gerektiğini düşünen, ya da son dört yılda parti içinde neler olup bittiğini bilmeyip “vay be, neler yaşanmış” diyenler, aslını bilmedikleri, çarpıtılmış enformasyonlara dayalı yorumlara prim vermiş oluyorlar. Aradan üç hafta geçtikten sonra yanıt yazma ihtiyacı duymamın nedeni, yazının bütünündeki yaklaşımı yapıcı bulmam değil, okurun konuyla ilgili yanlış bilgilenmesini önlemektir.

Yazıda en çok bana çeşitli suçlamalar (ismim verilmeden) yöneltilmiş. Eş sözcülerden biri olarak anılan kişi her seferinde benim. Dolayısıyla yazı beni sadece parti açısından değil, kişisel olarak da ilgilendiriyor. Bu yazıyı yanıtsız bırakmanın yazılanları ciddiye almamak olarak değil, kabullenmek olarak değerlendirilebileceğini söyleyen arkadaşlarım oldu. Gerçekten de bu meseleleri ilk kez Özgür Gürbüz’ün yazısında duyan okurun doğru bilgilenmeye hakkı var. Bu yanıtı bu arkadaşlarımın değerlendirmelerine hak verdiğim için yazmaya karar verdim. Bu yaşadıklarımız iyi ya da kötü, Türkiye’deki yeşil hareketin tarihindeki yerini alıyor. Bari yalan yanlış değil, doğru dürüst alsın. (Yine de kişisel yanıt olarak algılanabilecek bir yazı yazmak zorunda kaldığım ve Yeşil Gazete sütunlarını meşgul ettiğim için okurlarımdan özür diliyorum. Yeşiller Partisi’nin iç işleri bizi ilgilendirmez diyenler lütfen bu yazıyı okumasın.)

***

Özgür Gürbüz’ün yazısında yer alan, Yeşiller Partisi ile EDP’nin birleşmesine dair olumsuz değerlendirmelerin çoğu, örneğin bu süreç sonunda yeşil partinin Türkiye politik arenasından silineceği, bunun bir birleşme değil, Yeşiller’in EDP’ye katılması olduğu gibi değerlendirmeler saf retorik. Bu yazıda bu tür fikirleri tartışmayacağım. Ortada bir siyasi süreç var. Hem bu konudaki görüşlerimi zaten sürekli yazıyorum, hem de kimin haklı, kimin haksız olduğunu zaman gösterir diyorum.

Ancak Yeşiller Partisi’nin kurulduğu 2008’den bu yana yaşanan sürecin “başarısızlık” olarak değerlendirilmesine gerekçe gösterilen olgular gerçekleri yansıtmıyor. En önemli suçlamadan başlayarak yanıt vereyim:

1. Özgür Gürbüz partide rotasyon ilkesinin  lafta kaldığını, bunu da aslında (isim vermeden de olsa) benim yaptığımı iddia ediyor ve “Rotasyon ilkesinin daha sonra bir tüzük değişikliğiyle delinmesi bu nedenle beni şaşırtmadı ama üzdü tabii” diyor. Neymiş Özgür Gürbüz’ü üzen şey, bir bakalım.

Yeşiller Partisi’nin tüzüğünün 4-h maddesinde rotasyon ilkesi şöyle belirtilir:

“Yeşiller Partisi’nde parti içi bürokrasinin ve kalıcı liderliklerin oluşmasını engellemek için gerekli önlemler alınır. Bütün seçilmiş görevlerde rotasyon ve geri çağırma ilkesi uygulanır.”

Partinin merkez yönetimindeki seçilmiş görevler eşsözcülük, Parti Meclisi, Merkez Yürütme Kurulu ve Merkez Disiplin Kurulu’dur. Parti Meclisi ve MYK’da iki dönem üst üste (yani 4 yıl) görev alınabiliyor, ama her iki kurulun da en az yarısının yenilenmesi gerekiyor. Bu iki kurulda da söz konusu kural tam anlamıyla uygulandı.

Tüzüğün ilk hali - 2008

Eşsözcülük içinse tüzük şöyle diyor (Madde 19-d): “Eş sözcü görev süresi rotasyon ilkesi gereği aralıksız 2 yılı geçemez. 2 yıl aralıksız görev yapmış bir eş sözcü görev süresinin bitiminin üzerinden 2 yıl geçmeden tekrar aynı göreve aday olamaz. 1 yıldan az görev yapma hakkı kalmış bir üye eş sözcülük için tekrar aday olamaz.”

Tüzüğün değiştirilmiş son hali - 2010

2010’da yapılan Büyük Kongreden önce tüzüğün bu maddesinde bir cümle daha vardı: “Bir üye her halukarda üst üste iki seçimde eş sözcülüğe aday olamaz”… Büyük Kongre’de bu cümle maddeden çıkartıldı. Bir de tüzüğün ilk halinde “2 yıl aralıksız görev yapmış bir eş sözcü görev süresinin bitiminin üzerinden 4 yıl geçmeden tekrar aynı göreve aday olamaz” derken, Büyük Kongre 4 yıl aranın adil olmayacak kadar uzun olduğu gerekçesiyle bu süreyi 2 yıla indirdi. Ancak Özgür Gürbüz’ün rotasyon ilkesini deldiğini sandığı bu tüzük değişikliklerinin rotasyonun uygulanma biçimine hiçbir etkisi yoktu. Çünkü eş sözcü rotasyonunu düzenleyen ilk iki cümlede bir değişiklik yapılmamıştı. İsteyen yanda (ekte) verdiğim eski ve değiştirilmiş yeni tüzüğü karşılaştırabilir. (Tüzüğün ilk halinde göreceğiniz Genel Başkan’a atıf Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazı üzerine daha önce çıkartılmıştı.)

Peki “Bir üye her halukarda üst üste iki seçimde eş sözcülüğe aday olamaz”cümlesi niye çıkarıldı? Çıkarıldı, çünkü bu cümle yanlış yazılmıştı. Bu cümle açıkça bir büyük kongrede aday olmuş , ama seçilememiş bir üyenin, bir sonraki büyük kongrede tekrar aday olmasını engelliyordu; bir eşsözcünün üstüste iki kez seçilmesini değil… Bir eş sözcünün üst üste iki kez görev yapması zaten önceki cümlelerde engellenmişti. Çıkartılan cümledeki mantıksızlık parti kurulurken gözden kaçmış olduğu için yapılan hata ilk fırsatta düzeltilmiş oldu. Yoksa bir kez aday olup seçilemeyen bir kişiye tekrar aday olma hakkı tanımamak kadar saçma bir şey olabilir mi? Dolayısıyla Büyük Kongrede yapılan tüzük değişikliğiyle rotasyon ilkesini delmek falan söz konusu değildi. Yapılan şey tamamen teknik bir hatanın düzeltilmesiydi.

Peki Özgür Gürbüz bunu bilmiyor mu? Neden göz göre göre gerçekleri çarpıtıyor ve rotasyon ilkesinin uygulanmadığını iddia ediyor? Çünkü benimle ilgili durumu inatla yanlış anlamak, yanlış yansıtmak, partiyi ve beni suçlamanın bir yolunu bulmak istiyor.

Ben Yeşiller Partisi’nin 30 Haziran 2008’deki kuruluşu sırasında 40 kişilik Kurucular Kurulu tarafından Bilge Contepe ile birlikte eş sözcü seçildim. O zaman aday olmak durumunda kalmam 40 kişilik kurucular kurulundaki arkadaşlarımızın çoğunluğunun Bilge Contepe ile ikimizin kuruluş döneminde toparlayıcı olacağımızı düşünmeleriydi. Ancak ben o günlerde, özel ve mesleki nedenlerle, 2 yıl boyunca bu görevi üstlenebilecek durumda değildim. Benim adaylığım söz konusu olunca, kurucu arkadaşlarıma ancak şartlı olarak aday olabileceğimi, bu görevi ancak kuruluşta, parti kurulduktan sonraki 6 ay boyunca yapabileceğimi, 6 ay sonra başka bir arkadaşımın kalan 1,5 yıl için tekrar seçilmesi gerekeceğini söyledim (ilk Büyük Kongre kuruluştan 2 yıl sonra yapılır). Kurucu eşsözcüler olarak Bilge Contepe ve ben en uygun ikili olarak görüldüğümüz için (tabii herkes tarafından değil, ama çoğunluk tarafından), arkadaşlarımız bu biraz sıkıntılı şartımı kabul etmek zorunda kaldılar. Fakat kabul etmekte fazla da zorlanmadılar, çünkü yasa ve tüzük gereği (kuruluş döneminin istisnai durumu sayesinde), 6 ay sonra Büyük Kongre zamanından erken toplanmak zorunda kalmadan, yine kurucular kurulunun içinden benim yerime başka bir kurucu, bürokratik bir süreç gerektirmeden kolaylıkla seçilebilirdi. Nitekim araya 27 Mart 2009 yerel seçimlerinin girmesi, 7 yerde bağımsız adaylarımızın olması ve benim de seçim kampanyası koordinatörü olmam nedeniyle 6 ay sonra değil ama, 3 ay gecikmeli olarak, 9 ay sonra görevimi bıraktım. 31 Mart 2009’da benim yerime Dilaver Demirağ eş sözcü seçildi.

Görüldüğü gibi tüzüğün eş sözcü rotasyonunu düzenleyen 19-d maddesi, ilk halinde de, 6 Haziran 2010’da yapılan Büyük Kongre’de değiştirilen yeni halinde de, benim Büyük Kongre’de aday olmama ve eş sözcü seçilmeme engel teşkil etmiyordu. Benim kuruluştaki 9 aylık görevimin ardından 15 ay boyunca önce Dilaver Demirağ, ardından da Hüseyin Güngör eş sözcülük yaptılar. Ortada ne üst üste seçilme, ne de benzer bir durum var. Dileyen maddeyi tekrar okusun.

Peki bu açık çarpıtma neden yapılıyor? Aslında Özgür Gürbüz bir parti kurucusu olarak bütün bunları gayet iyi biliyor. Ama benim kötü niyetli ve iktidar heveslisi olduğuma, bütün diğer partili arkadaşlarımın da bu durumun farkında olmadığına (ya da göz yumduğuna) inandığı için, gözüyle gördüklerine değil, kafasında kurguladıklarına inanıyor. Üstelik partinin kurulmasından hemen önce partili arkadaşlarımla (ve kendisiyle de) MYK’ya kimler girecek, kim eşsözcü olacak gibi konularda yaptığım konuşmaları ve görüş alışverişlerini “kulis faaliyeti” sayıyor. Herhalde insanların kongre salonları dışında parti işleyişi hakkında hiç kimseyle hiç bir şey konuşmadığı, hiç kimsenin partiye ve olası adaylıklara dair kimseyle görüş alışverişi yapmadığı mekanik, kendiliğindenci, tuhaf bir siyasi parti hayal ediyor. Siyasi parti deneyimi olan herkes, Özgür Gürbüz’in kulis faaliyeti sandığı şeyin parti kongrelerinden önce yapılan normal, açık görüşmeler olduğunu bilir. Ben de bu tür konuşmalar yaparım, yaptığımı da gizlemem. Bütün partili arkadaşlarım da son dakikaya bırakılmış gönülsüz ve zoraki adaylıklar nedeniyle oluşacak güçsüz kurulların değil, önceden üzerinde konuşulmuş sağlam kurulların oluşturulması gerektiğini düşündükleri için kongre öncelerinde bu tür ön görüşmeler yaparlar. Bunu tehlikeli kulis faaliyeti saymanın nasıl bir ruh halinin göstergesi olduğunu ben anlayamıyorum.

Sonuçta rotasyon ilkesi Yeşiller Partisi’nde başından beri çok önem verilen, en büyük titizlikle uygulanan ilkedir. Nitekim Yüksel Selek ve ben, 6 Haziran 2010’da birlikte seçildiğimiz eş sözcülük görevimizi 6 Haziran 2012’de bıraktık. Rotasyon, Yeşiller tarafından kalıcı liderlikleri ve tek adamlığı önlemenin en kestirme yolu olarak görülür. Benim de bu ilkenin en kararlı savunuclarından biri olduğumu bilenler bilir. Sonuç olarak rotasyon ilkesinin sözde kaldığı iddiası bir çarpıtma ve iftiradır.

***

2. Özgür Gürbüz’ün yazısında başka bir çarpıtma daha var. Şöyle diyor: “Karısının başından aşağı dışkısını boşaltan Sevan Nişanyan’ın yazılarına son verilmesi için kadın örgütlerinin baskılarını yanıtsız bırakan Agos’tan bu olaydan hemen sonra partiye konuşmacı çağrılması ve ‘yeşil kadınların’ buna sessiz kalması korkunçtu.”

Aslında burada Özgür Gürbüz’ün hedefi, o zamanki yayın yönetmeni nedeniyle, bizzat Agos gazetesiydi.

Agos gazetesi yazarı Pakrat Estukyan 2009 yerel seçimlerinin öncesinde, Şişli’den belediye meclisi üyesi adayı olan arkadaşımızın kampanyası dahilinde, Şişli ilçesindeki Ermeni cemaatini temsilen davet edilmişti.

Özgür Gürbüz konuyla ilgili olarak parti meclisine 23 Mart 2009 tarihinde gönderdiği emailde şöyle demiş: “Merhaba Arkadaslar, Sendika islerinden dolayi ben bu toplantiya katilamayabilirim. Sizlerden ricam, lütfen bir arkadasin Sayin Estukyan’a, karisinin kafasindan asagi kendi yaptigi diskisini doken birine sahip cikan Sayin Mahçupyan’a nasil tahammul ettiklerini sorabilir mi? Ozellikle kadin kotasi konusunu partinin merkezine koyan arkadaslarimizdan bu soruyu sormalarini rica ediyorum.”

Burada Sevan Nişanyan olayı bir bahaneydi. Özgür Gürbüz’ün Pakrat Estukyan’ın davet edilmesine tepki göstermesinin asıl nedeni, yukarıda da görüldüğü gibi, Agos gazetesinin o zamanki yayın yönetmeninin, Özgür Gürbüz’ün liberal ve AKP yanlısı olduğunu ve asla prim verilmemesi gerektiğini düşündüğü Etyen Mahçupyan olmasıydı. (Özgür Gürbüz daha sonraki bir tarihte Etyen Mahçupyan’ın bir yazısının iktibas edilmesi nedeniyle Yeşil Gazete’yi de ağır biçimde suçlamıştır.) Yani Özgür Gürbüz bir taşla iki kuş vurmak istemişti: Birincisi “AKP yanlısı bir liberal” tarafından yönetildiğini düşündüğü için Hrant Dink’in gazetesini, Ermeni cemaatinin özgürlükçü gazetesi Agos’u bir kalemde silip atıyordu, bunun için de gazetenin yazarlarından birinin karısına şiddet uygulaması olayını “kullanıyordu”. Bu sayede de ikinci fırsat ayağına gelmiş oluyor, partinin kuruluşu aşamasında kadın kotası nedeniyle ters düştüğü partinin bazı kadın kurucu üyelerini (ki Pakrat Estukyan’ı Yeşil Ev’e davet eden o kadın arkadaşlarımızdan biriydi) “feminizm” üzerinden köşeye sıkıştırmış oluyordu. Şimdi de hala olayın aslını gizleyip retoriğe devam ediyor.

***

3. Bir diğer konu partinin iklim değişikliği ve nükleer konusunda yanlış açıklamalar ve hatalar yaptığı iddiası. Buna suçlama değil de, eleştiri diyelim. Ama gerekçesiyle yargısı birbirine uymayan orantısız, ölçüsüz bir eleştiri. Tabii kimse kusursuz olamaz. Parti de hatalar yapmıştır. Ama bu iki konuda üretilen dökümanları ve yapılan kampanyaları takip edenler, herhalde Yeşiller’e iklim değişikliği ve nükleer enerji hakkında kolay kolay bilgisiz diyemez. Tahmin edebileceğiniz gibi bu iki konu da parti içinde benim çok aktif çalıştığım konular ve Özgür Gürbüz’ün belirttiği “hatalar” en çok bana ait. Peki ortada bir hata var mı gerçekten? Yoksa bir yorum farkı mı var? Özgür Gürbüz diyor ki: “Kyoto Protokolü’nün imzalanması halinde Türkiye’nin otoyol dahi yapamayacağı savı (Türkiye Kyoto’yu imzaladı ve binlerce km. uzunluğunda otoyol yapıyor), nükleer enerji konusunda yapılan yanlış açıklamalar, pratikte yapılan hatalara iyi birer örnek.”

Türkiye Kyoto’yu İmzala kampanyası, bizim parti kurulmadan önce Türkiye Yeşilleri olarak yürüttüğümüz, Yeşillerin bugüne kadar yaptığı en popüler kampanyaydı. Söz konusu argümanı bu kampanya kapsamında Kanal 24’te katıldığım bir haber programında dile getirdim. O programda o zamanlar REC’te çalışan Yunus Arıkan’la tartışıyordum, kendisi Kyoto’yu imzalamanın enerji ve ulaşım politikaları vb. açısından fazla bir şey değiştirmeyeceğini savunuyordu, herhalde bu yöntemle iş çevrelerini fazla ürkütmeden Kyoto’nun imzalanması için kulis yapmaya çalışıyordu. Ben ise tam tersine Kyoto’nun imzalanmasının Türkiye’nin enerji, ulaşım vb. politikalarını düzeltmesi için vesile olacağını, çünkü Kyoto’nun imzalanması ve elbette temel ilkelerinin benimsenmesi halinde Türkiye’nin otoyol, termik santral gibi küresel ısınmayı hızlandıran yatırımlardan vazgeçmesi gerekeceğini savunuyordum. Tabii benim söylediğime temenni denebilir. Hükümet işkenceyi önleme protokolünü de imzalar, sonra karakollarda işkence devam eder. Aynı şekilde bir ülkenin önce Kyoto’yu imzalayıp ardından karbon emisyonlarını artırmaya devam edebileceğini bilmek için müneccim olmaya gerek yok.

Ama ben bir uluslararası hukuk belgesini onaylatmaya çalışıyorsam, bunu laf olsun diye yapamam. O sözleşmenin ruhunu, amacını, doğru dürüst uygulandığında olması gerekeni söylemek ve savunmak zorundayım. Yoksa hem Türkiye Kyoto’yu İmzala kampanyası açıp, hem de ‘zaten imzalansa da bir şey değişmez’ denemez. Doğru dürüst bir hükümet olsa neden işe yaramasın, neden hiç bir şey değişmesin? Bu hükümet sonsuza kadar kalıcı mı? Biz de zaten Kyoto’nun imzalanması halinde Türkiye’nin, en azından daha doğru bir iklim politikası yolunda adım atmış olacağını savunuyorduk. Peki sonuç ne oldu derseniz, maalesef ortada sonucu ölçebilecek bir durum kalmadı. Çünkü, Türkiye Kyoto’yu bizim kampanyalarımızın ardından 2009’da imzaladı, ama aynı yıl Kopenhag’da uluslararası iklim müzakereleri zemini Kyoto sürecinin devam edip etmeyeceğinin bile belli olmadığı bir karanlığa gömüldü. Ama herhalde bu da bizim suçumuz değil. Yine de iyimser tarafından bakarsak, Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması, en azından önümüzdeki süreçte bizim Türkiye’nin daha doğru düzgün iklim politikalarına sahip olması için bastırmamıza bir zemin yaratmış sayılabilir.

Ama bence bütün tartışma bu basit detaydan kaynaklanmıyor, Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması talebinin ortaya atılmasına Özgür Gürbüz’ün en baştan karşı olmasına dayanıyor. Çünkü Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması için kampanya yapılması fikrini 2005 yılında ilk ortaya atan (en azından bizim çevrelerde) bendim. Küresel Eylem Grubu’nun (KEG) ilk eyleminden sonra, artık kampanyalarımızın odağının ABD’nin değil Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması olması gerektiğini söylemiştim ve o zamanlar KEG aktivisti olan Özgür Gürbüz buna karşı çıkmış, bunun yanlış bir talep olacağını söylemişti. Daha sonradan bu fikrini değiştirdi belki, ama sonuçta Yeşiller’in iklim konusundaki en başarılı çıkışı olan (ve tabii bazı çevreler tarafından en fazla eleştiri almasına da neden olan) Kyoto meselesine, benim gibi veya kampanyayı yürüten diğer arkadaşlarımız gibi bakmıyordu. Ama bu konuyu daha fazla uzatmayacağım. Çünkü bu yıl Türkiye Kyoto’yu İmzala kampanyasının 5. yılı ve ben de bu vesileyle kampanyayı bütün tartışmalarıyla birlikte ele alacağım başka bir yazı yazmayı düşünüyorum. Merak edenler ayrıntıları o yazımda bulabilirler.

***

4. Bir diğer çarpıtma beklenebileceği gibi anayasa değişikliği referandumu konusunda. Özgür Gürbüz bu konuda “Halk oylaması (referandum) sürecinde partinin “hayır” diyememesi de bir başka kırılma noktası oldu. Halk oylamasında değiştirilmesi istenen tüm maddelere karşı çıkılmasına rağmen, parti içindeki yetmez ama evetçilerin hissedilir baskısıyla, “hepsine hayır ama boykot” gibi garip bir karar alan Yeşiller Partisi, bir yandan da eş sözcüleri vasıtasıyla evetçi kanadın etkinliklerinde boy gösterdi” diyor. Bu konuda uzun başka değerlendirmeler de var yazıda. Tabii süreci bilmeden, izlemeden ve önyargıyla konuşunca böyle garip sonuçlara varılıyor olsa gerek.

Önce Yeşiller Partisi’nin referandum tutumunu hatırlatayım. Biz, Parti Meclisi’nde uzun uzun konuyu tartışıp, Evet, Hayır ve Boykot seçeneklerinin eşite yakın ağırlıkta savunulması ve bazı sol partileri bölen bu konunun parti içinde kırılma yaratmaması için dördüncü yolu tutmaya ve üyelerimizi serbest bırakmaya karar verdik. Bir siyasi partinin bu kadar kritik bir dönemde net bir tercih yapamaması eleştirilebilir. Ama çoğulcu bir partide, farklı pozisyonlar birbirini ikna edemeyip yerinden kımıldamadığında, ya bölünmelere ve kırgınlıklara kapı aralamak, ya da başka çıkış yolları bulmak gerekiyor. Nitekim sonradan bizim böyle bir karar almamızı eleştirenler kadar kutlayanlar da oldu.

Özgür Gürbüz’ün yazısında yetmez ama evetçilerin baskısından ne kastetiği belli değil. PM içinde yetmez ama evet veya evet pozisyonunu savunan üyeler kadar, hayırcı ve boykotçular da vardı. Kim kime baskı yapıyor? Ayrıca “Halk oylamasında değiştirilmesi istenen tüm maddelere karşı çıkılmasına rağmen…” ne demek? Elbette Yeşiller Partisi PM’si geçici 15. maddenin kaldırılmasına da, pek çok başka olumlu değişikliğe de karşı falan değildi. Eksikler ve hatalar kadar, olumlu değişiklikler de saptanıyordu. Bütün maddelerle ilgili detaylı açıklamamız hala web sitemizde (burada) duruyor. Parti içindeki tartışma daha çok taslağın hazırlanış ve referanduma sunuluş şekli, evet sonucunun AKP’nin işine yarayacak olması ve yargıyla ilgili maddelerden kaynaklanıyordu. Bu yanlış bilgiler Özgür Gürbüz’e nereden intikal etmiş olabilir bilemiyorum.

Özgür Gürbüz tabii bu bölümde de beni hedef göstermeyi ihmal etmemiş. Çünkü yetmez ama evetçilerin etkinliklerinde boy gösteren eş sözcü benim. Sadece bir basın toplantısında ama, orada da evet demek için değil… Çünkü ben referandumda evet demedim ve oy kullanmamayı tercih ettim. PM içinde de boykot seçeneğini savundum. Eğer yetmez ama evetçi olsam, bunu hiç çekinmeden söyler ve savunurdum. Oysa benim pozisyonun netti: 12 Eylülcülere yargı yolunun açılmasının önemli olduğunu, yapılan diğer anayasa değişikliklerinin de büyük ölçüde olumlu yönde, ama aslında minör değişiklikler olduğunu, Anayasa Mahkemesi ve HSYK konularındaki değişikliklerin durumu eskisinden daha kötü hale getirmese de olması gerekeni karşılamadığını düşünüyordum. Neticede bu referandumun bir anayasa referandumu olmaktan çok, birkaç ay sonra yapılacak genel seçim için prova niteliği taşıdığını (ya da işin bu kısmının daha belirleyici olacağını), yani evet demenin AKP’yi güçlendireceğini, referandumun bu niteliği (ve paketin hazırlanış biçimi) nedeniyle de boykot etmenin daha doğru olacağını düşünüyordum.

Öte yandan hayır diyerek 12 Eylül anayasasını savunmanın da olabilecek başka bir yanlış siyasi pozisyon olacağını söylüyordum. Eğer referandum sadece anayasa değişikliği için yapılsaydı ve asıl amacı AKP iktidarını tahkim etmek olmasaydı evet denebilirdi, ama durumun bu olmadığı açıktı. Ayrıca görüşlerimin böyle olmasında çevre hareketi içindeki eğilimi bilmemin de etkisi vardı. Bizim Yeşiller olarak çevre hareketlerinin görüşlerini ciddiye almamız gerektiğini PM’de de savundum. Öte yandan çevre hareketinden bazı arkadaşların (Noyan Özkan’ın ortaya attığı argümanı savunarak) bu anayasa değişikliği gerçekleşirse bir daha hiçbir çevre davası kazanılamaz iddiasını çok sayıda hukukçu ile konuşmuş (hatta bu konuda bir radyo programı yapmış) ve ikna olmamıştım. Zaten bu iddianın doğru olmadığı da sonradan ortaya çıktı. Referandumdan sonra da çok sayıda yürütmeyi durdurma ve iptal kararı verildi. Bugün Danıştay başkanının vahim konuşmasının gösterdiği gibi yargı üzerinde bir baskı söz konusuysa, bu o zamanki iddialarda olduğu gibi yerindelik denetimi meselesi yüzünden değil, yargıdaki kadrolaşma ve iktidar baskısı yüzünden oluyor. Ama sadece yargıda değil, her yerde yaşanan kadrolaşma ve iktidar baskısı herhalde referandumda ne sonuç çıktığından çok, AKP’nin 10 senedir her seçimde oylarını artırarak iktidarda olmasına bağlı (ya da referanduma ancak buradan bağlanabilir). Bu konuda da yargı bürokrasisinden ve ordudan medet ummak yerine, toplumsal ve siyasi muhalefeti güçlendirmekten başka da çare yok.

Peki ben evet demediğim halde neden yetmez ama evetçilerin toplantısında boy gösterdim? Çünkü bir grup hayırcı, yetmez ama evetçilerin panelinde aralarında Adalet Ağaoğlu’nun da olduğu bir grup aydına yumurta ve boyalarla saldırmışlardı. Ben de referandum sürecinde yükselen bu şiddet ve sol içi çatışma eğilimini tehlikeli bulduğum için, bu saldırıyı kınamak ve ifade özgürlüğünü savunmak amacıyla yapılan basın toplantısına katıldım. Neticede Özgür Gürbüz bir kez daha gerçekleri çarpıtıyor. Yanıt vermeyip de ne yapacaksınız?

***

5. Özgür Gürbüz’ün yazısında Yeşiller yönetiminin başarısızlığına dair başka eleştiriler de var, onları dileyen tartışabilir elbette. Ben örneğin ekoloji mücadeleleriyle yeşiller arasında çizilen hayali ideal çizgileri siyaset, ideoloji ve sosyoloji konusunda yeterince düşünmemiş, hareketin tarihini yeterince incelememiş olmaya bağlıyorum. Çevre ve ekoloji hareketleri dünyanın her yerinde farklı siyasi eğilimlerin etkisi altındadır, sadece yeşillerin değil. Türkiye’de de tarihsel, ideolojik ve konjonktürel olarak yeşiller dışındaki siyasetlerin bu hareketlerdeki etkinliği yadsınamaz. Yeşil siyasi partilerle çevre ve ekoloji hareketleri arasındaki bağlar zaman içinde, temas, ortak üyelikler ve politik tartışmalar yoluyla, ama özellikle de seçimler, bilhassa da yerel seçimler vasıtasıyla kurulur. Üstelik yeşil parti sivil topluma dayanma iddiasında olsa da, sonuçta bir sivil toplum girişimi değil, bir siyasi girişimdir. Yüksel Selek bir yazısında “görebildiğim kadarıyla, Türkiye’de toplum henüz sivil toplum-siyasi toplum ayrımını yapabilecek kadar sivilleşemedi” diyerek bu durumu mükemmel özetlemişti. O yazıyı herkesin okumasını öneririm.

Neticede son düzeltmeyi Özgür Gürbüz’ün sözünü ettiğim bu görüşüyle kısmen bağlantılı bir biçimde en başta dile getirdiği, partinin bilerek büyütülmediği iddiasına yapacağım. Çünkü bu konuda yaptığı yorum müthiş bir komplocu zihniyetin dışa vurumu. Özgür Gürbüz şöyle diyor: “Dört yıl önce 50’ye yakın kişi tarafından kurulan Yeşiller Partisi, bu dört yıl boyunca üye sayısını ancak 300’lere getirebildi. Bu üyelerin çoğu aktif değil. Gözlemim, üyeliklerin birçoğunun partinin büyümesinden çok parti içi seçim aritmetiğinin istenildiği gibi çalışması için, arkadaş çevresinden gerçekleştirildiği yönünde.”

Allah aşkına bu ne biçim bir akıl yürütmedir? Burada Özgür Gürbüz parti yönetiminin ve üyelerin yeni insanların üye olmasını istemediğini, bunun için çalışmadığını, üye olmak isteyenleri engellediğini, parti içi iktidarlarını kaybetmemek için ekibi küçük tutmaya çalıştığını iddia ediyor! İnsaf! Partiyi biraz tanıyan, biraz izleyen herkes, hepimizin eğiliminin bunun tam tersi olduğunu, yeni üyelerin de kimsenin yakın çevresinden falan olmadığını bilir. Bu kadar komplocu bir akıl yürütme nasıl anlaşılabilir bilemiyorum. Partinin yeterince büyüyememesinin, bazıları elbette yönetimin ve kadronun yetersizliğinden veya hatalarından da kaynaklabilecek olan, ama çoğu toplumsal, siyasi, yasal, mali vb. çok sayıda nedeni var. Ama örgütü büyütmeyip, küçük tutup, böylece kendi elinde tutmak isteyen bir yönetimin, sonra gidip partiyi siyasi bir birleşme sürecine sokmasını ve böylece ucu son derece açık bir büyümeye götürmesini nasıl açıklayacaksınız? Beceremediler, partiyi başka bir partiye satıyorlar safsatası dışında?

Siyaset ciddi olduğu kadar da zor bir iş. Belli konularda bir şeyleri iyi bilmek yetmiyor. Dünyayı, ülkenizi, tarihi, içinde yaşadığınız toplumu, bir de bunun üzerine hareketin yapısını, teorisini falan iyi bilmeniz, esnek, açık görüşlü, donanımlı olmanız gerekiyor. Yoksa eleştiri yapmak adına çarpıtmalara dayanan suçlamalara bel bağlayabiliyorsunuz.

Bu tür çarpıtmalara prim vermeden, gerçeklerin ne olduğunu araştırmak gerek. Bu yazı ön yargılarını beslemek isteyenler için değil, gerçekleri merak edenler için yazıldı.

 

*Birgün gazetesinde yayınlanan bu yazıya bu bağlantıya giderek yazarın bloğundan erişebilirsiniz. Burada Yeşiller Partisi PM üyesi Alper Akyüz’ün yaptığı düzeltmeleri de aşağıdaki yorumlar bölümünde görebilirsiniz.

You may also like

Comments

Comments are closed.