Köşe Yazıları

Türkiye’ye diktatörlük sezaryen ile mi geldi?

0

Son dönemde iyiden iyiye freni boşalmış bir kamyon halini aldı hükümet. Arka arkaya söylenen sözlerin niteliği, sürekli gündem değiştirme çalışmaları ve bunda da dikiş tutturamamaları, artık bu kamyonun çok da kontrol altında olmadığını gösteriyor. Uludere Katliamı’nın üzerini örtmek için ortaya atılan kürtaj ve sezaryen tartışmaları; oradan gelen yoğun tepki ile Türk Hava Yolları çalışanlarının grevinin ortaya çıkardığı etkiyi göğüslemek için Çamlıca Tepesi’ne yapılacak olan cami tartışmaları, gazetecilerin çıkan, takılan tasmaları, milliyetçi kanada göz kırpan BDP açıklamaları… Arada gelen zamlar, artık pek haberlere konu olmayan tutuklama dalgaları ve Suriye’ye yönelik hamleler… Bir de tabii ki hukuk üzerinde yapılanlar var. Avukatların haklarının kısıtlanması, hatta davaların avukatsızlaştırılması…

Kontrolü kaybettiği oranda da gözü kararıyor hükümetin. Belki gözden kaçmış olabilecek bir olay bunun çok net bir kanıtı. Yeni Şafak adlı gazetede yazan Ali Akel, Uludere Katliamı ile ilgili yazdığı bir yazıda özetle “Özür açıklanmaz, özür dilenir!” dediği için kovuldu. Hem de, ABD temsilciliğini yaptığı 16 yıllık gazetesinden… Bu aslında, hükümetin kendilerini eleştirenlere yapmak istediklerinin de bir göstergesi. 16 yıllık yol arkadaşına bunları yapanların, onun farklı fikirine bile müsade edemeyenlerin, muhaliflere neler yapmak isteyeceklerini aklıma bile getirmek istemiyorum. O meşhur tasmayı gevşetmek istemiyor anlaşılan hükümet!

Peki bunlar neden oluyor, nasıl oluyor? Bir kere şunu tekrarlamakta fayda var. Ortada hükümet, Adalet ve Kalkınma Partisi ya da TBMM AKP grubu falan yok. Ortada olan sadece ve sadece Recep Tayyip Erdoğan. Gerisi onun görüntüsü altında var olan yapılar sadece. Yapılan İstanbul İl Kongresi’ni düşünün. Dev bir sahne, dev bir Erdoğan fotoğrafı ve o dev sahnede tek başına olan Erdoğan. Bir kutsama ayini. Hem de daha bir kaç hafta öncesine kadar, yine stadyumlar, yine kalabalıklar ve totaliterlik konuşulmuşken…

Bu tekrardan sonra biraz geriye dönmenin faydalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir anda olmadı hiçbir şey. Yani ortada bir sezaryen, bir erken doğum yok. 15 Mart 2011’de Yeşil Gazete’ye bir yazı yazdım. Yazının adı, “12 Mart’ın 3 hali: Darbe-Katliam-Referandum“’du. Kısaca muhtıra (1971), Gazi Katliamı (1995) ve 6. ayına giren referandumu (2010) konu etmiştim. O yazıda, bugünü anlamak açısından önemli olduğunu düşündüğüm şöyle bir paragraf var:

“Şu anda durum çok net. 2011’de Türkiye’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “ol” dediğine olmaz diyebilecek ya da “ol” dediğini oldurmayabilecek bir kişi ya da bir kurum var mı? Kaldı mı? Kalmadı! AB Parlamentosu’na karşı ne dedi Recep Tayyip Erdoğan? “Onlar rapor hazırlamakla, biz bildiğimizi okumakla görevliyiz!” Durumun bu olmasının nedenlerinden bir tanesi de referandumdur. Bu yüzden geriye dönük olarak konuşulması gerekir.”

Mart 2011… Referandumun tüm olumsuz sonuçlarının henüz ortaya çıkmadığı ama ortaya çıkan tüm sonuçlarının da olumsuz olduğu bir tarih. Şimdi durum daha da koyu bir tek adamlığa gidiyor. İşte son tartışmalar. Bir söz ediyor Recep Tayyip Erdoğan, tasmasını tuttuğu basın hemen destek yağdırıyor; hangi bakanın görev alanına giriyorsa o hemen bir tasarı ortaya atıyor; eller kalkıyor iniyor ve yasa geçiyor. Yasama, yürütme ve yargı zaten içiçe geçtiği için herhangi bir hukuki kısıtlamayla karşılaşmadan söz gerçek oluyor. Avrupa olumsuz sözler söylese de bilinen okunuyor, uluslararası kurumlar karşı çıksa da bilinen okunuyor. İşte bize kalan Rusya ve Mısır arası demokrasi bu. Fakat görünen o ki bu kadar mutlak bir tek adamlık bile egoları doldurmaya yetmiyor. Üstüne bir de başkanlık isteniyor. Fiili olan tek adamlık, hukuki hale de getirmek istiyor. Kötü bir haber daha, BDP ve CHP’ye olan yüklenmeler gösteriyor ki, AKP’nin anayasada destekçisi MHP olacak!

Şimdi bu diktatörlük, sezaryenle mi geldi? Bu olanlar bir anda mı oldu? Bunu da fazla geçmişe gitmeden yanıtlamak gerekir. Dönüm noktalarından bir tanesi referandumdur. Referandum sonucu elde edilen yetkiler, yargının yeniden dizayn edilmesi vb, sonucunda bu noktaya geldik. Demokratikleşecektik, diktatörlüğe döndük. Artık tek adam rejimi ile yönetiliyoruz. Vesayetten kurtulacaktık, tek adam rejimine döndük. En ufak bir farklılığa tahammül etmemenin ülkesi olduk. Katillerin savunulduğu, hakkını isteyenlerin katillikle suçlandığı bir ülke olduk. Grevin yasaklandığı, grev yapanların sms ile işten atıldığı bir ülke olduk. Muhaliflerin sindirildiği, her türlü muhalife mutlaka bir suç bulunduğu, yoksa da yaratıldığı bir rejime sahibiz. Kimyasal gazlarla insanların öldürüldüğü, demir cop siparişlerinin verildiği bir rejime… Sivillerin üzerine uçaktan bombaların yağdırıldığı ve özür isteyenin zulümle karşılaştığı bir rejim.

Asıl korkunç olanı da, insanı iliklerine kadar kontrol etmek isteyen bir rejim. İşte, 2002’den beri ortaya çıkan ve referandumdan sonra hızlanan demokratikleşmemizin gelip, gelebildiği son nokta bu. Erkek kafaların, kendi kafalarındaki düşünceleri dayattığı ve yaşattığı bir noktadayız. Sanırım referandumda geçmişten hesap sorulsun diye, birileri geleceğimizi verdi. Şimdi geleceğimiz, freni boşalmış bir kamyonun kasasında yokuş aşağı gidiyor.

 

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/#!/Urbarli

You may also like

Comments

Comments are closed.