Hafta SonuManşet

“Ölmeden mezara girmek” üstüne bir deneme

0
Bir Zamanlar Anadolu'da - Nuri Bilge Ceylan

Bir Zamanlar Anadolu'da - Nuri Bilge Ceylan

Bu yazıya başladığımda ne çıkacağını ben de bilmiyordum aslında. Beni yazmaya iten süreci kısaca şöyle anlatayım: Geçen hafta, ne zamandır izlemek isteyip de bir türlü fırsat bulamadığım, Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da” yı izledim. Daha ilk andan itibaren Ceylan’ın şiirsel görüntüleriyle büyülenmeye başladım. Filmin bütününü de büyük bir keyifle izledim. İçimin acıdığı anlar kadar, kahkahalarla güldüğüm de oldu. Filmin son anına dek, her şey çok normaldi benim için. Ne var ki, son sahnede, ana karakter, nedenini çözemediğim çok tuhaf bir şey yaptı. O andan itibaren içime bir kurt düştü. Filmi aslında hiç anlamamış olduğumu düşündüm. Filmin bütününü yeniden izleyip, notlar aldım. Bu yazı ikinci izlemede aldığım notların zihnimde uçuşup bir metne dönüşmüş halidir.

Şimdi izlememiş olanlar için filmi biraz anlatayım: Soğuk bir kış gecesi, bir oto tamirhanesinde kurdukları çilingir sofrasında -ikisi rakı, biri koka kola içerek- demlenen üç adamın puslu görüntüsüyle başlayan film; ıssız, karanlık ve virajlı bozkır yollarında ard arda ilerleyen iki otomobil ve bir askeri araç görüntüsüyle devam eder.

Kısa bir süre sonra hikayenin ana kurgusu belirginleşir: Çilingir sofrasında karşılıklı rakı içen iki adamdan biri, gecenin sonuna doğru çıkan tartışmada diğerini öldürmüş ve sonradan kardeşi olduğunu öğreneceğimiz -koka kola içen- üçüncü adamla birlikte, cesedi kasabanın dışında tam olarak hatırlayamadıkları bir yere gömmüşdür.

Konvoy ise, katil ve kardeşiyle birlikte cesedin yerini teşhis etmek üzere yola koyulmuş görevli ekipten oluşmaktadır. Öndeki arabada, komiser, şoför, katil, doktor ve bir polis memuru oturur. Arkadaki arabada savcı ve diğer görevliler bulunmaktadır. Jandarma konvoyun son aracındadır.

Konvoy gecenin karanlığı içinde cesedi bulmak için ilerlerken, kamera en öndeki arabaya odaklanır. Arabanın içini yakın plandan izlediğimiz bu sahnede, komiser, şoför ve polis memuru -güya- havadan sudan konuşmaktadır. Komiser Naci, işlenmemiş sütten yapılmış manda yoğurdunu sterilize edilmiş sütten yapılan market yoğurduyla karşılaştırır. “Bazıları” der, “manda sütünden yapılmış bu yoğurdu kokuyor diye sevmez”. Oysa ona ona göre yenilecek yoğurt budur. İlk anda oldukça naif gibi görünen bu diyalog aslında filmin üzerine oturduğu çok temel bir karşıtlığa işaret eder. Çiğ süt içinde barındırdığı canlı organizmalarla yaşayan bir varlıktır. Evet kokar ama içine girdiği bünyeyi etkileme gücüne sahiptir. Onu besler ve doğal işleyişine katkıda bulunur. Oysa en modern tekniklerle sterilize edilmiş sütten yapılmış market yoğurdu içermesi gereken bakterileri, yani canlı unsurları yitirmiştir. Bu yoğurt, kokusu, tadı ve kıvamıyla artık bizi rahatsız etmeyecek rafine bir haldedir, ne var ki etkili ve iyileştirici bir gıda olma özelliğini de yitirmiştir.

Bu erken sahnede Komiser Naci ve diğer polis memuru bu mevzuyu tatlı tatlı konuşurken, kamera aniden katilin dipsiz kuyuyu andıran karanlık yüzüne odaklanır. Bir Çehov öyküsünde Raskolnikov’la karşılaşmak gibidir bu. İrkilir kendimize geliriz. Dikkatle izlenmesi gereken derin bir hikaye beklemektedir bizi.

Ekip yol üstündeki pek çok noktada durup cesedin gömülü olduğu yeri bulmaya çalışır ama gün ışıyana dek sonuç alamayacaklardır. Bu kasvetli yolculukta kahramanları daha yakından tanımaya başlarız: Komiser Naci, Katil Kenan ve saf kardeşi Ramazan, Şoför Arap, Savcı bey, Doktor Cemal, Jandarma Subayı …

Yönetmen tiplerini; iki ucunda taban tabana zıt gösterenlerin yer aldığı bir cetvelin üzerine dizmiştir sanki. Bu; bir ucunda akıl, düzen ve kontrol karşılığında elde eldilmiş yabancılaşma ve nihlizim diğer ucunda ise bedeli kaos olan sezgi, doğallık ve canlılığın yer aldığı bir cetveldir. Bu yapı bana Ünlü Alman düşünürü Nietzsche’nin “Apollon – Dionysos” karşıtlığını anımsatıyor. Nietzche bilginin efendisi olan Apollon‘u akıl ve düzenin; şarap tanrısı Dionysos‘u ise denetimsiz duyguların simgesi olarak kullanmıştır. Biz bu cetvelin uçlarına daha pek çok kavram yerleştirebiliriz: “Batılı Doğulu”, “Kentli Taşralı/Köylü”, “Eğitimli Eğitimsiz”, “Uygar Vahşi”, “Yabancılaşmış Doğal” hatta giderek (biraz da coşarak) “Soğuk Sıcak” “Ölü Canlı”, “Pastörize Ham” karşıtlıklarını bile kurabiliriz.

Türkiye insanının cetvelin hangi ucuna yakın durduğunu söylemek için filmi izlememize gerek yok elbette. Burada temel sorumuz yönetmenin bu duruma ilişkin tutumunun ne olduğudur. Nuri Bilge Ceylan resmini çizdiği “insan hallerini” nasıl yorumluyor?

Bu sorunun filmi izleyen kişi sayısı kadar yanıtı vardır herhalde. Ben de kendi yanıtımı vermeye çalışayım. Bence yönetmen Anadolu insanının -bütün zaaflarına rağmen ve aslında onlar sayesinde- sıcak, doğal ve en önemlisi de canlı kaldığını göstermeye çalışıyor. Ancak bu doğallık, “günahsız”, püripak bir varoluş haline işaret etmiyor. Kontrolsüz öfke, kurnazlık, çıkarcılık, tedbirsizlik, erkek egemen yapı olumlanan doğallığın yıkıcı yanları olarak ortaya çıkıyor. Peki cetvelin diğer ucunda kim var? Büyük kentten Anadolu’nun orta yerine savrulmuş Doktor Cemal elbette. Doktor Cemal filmin baş erkek oyuncusudur ancak hikayenin son bölümüne dek varlığı bile hissedilmeyen bir hayalet gibidir. Doktor tiplemesinin üzerine söyleyenecek çok şey olsa da önce diğer karakterlere bakalım:

Komiser Naci, tüm insani zaaflarıyla birlikte hepimizin sevebileceği, alabildiğine samimi bir adamdır. Hayatı, mesleği üzerinden tanımış ve kendi mücadelesini burada edindiği birikim üzerine kurmuştur. Anadolu’da polis olmak uyanık olmak, kül yutmamak, gerektiğinde acımasız olup “şerefsize” haddini bildirmek demektir. Naci bunların hepsini yapar ama içindeki insan sıcağı o denli güçlüdür ki, dayak attığı katile sevgi de duyar. Komiser Naci, tepkilerini bastırmayan, bilinçaltı takıntısız işleyen sağlıklı bir bireydir. Onun en büyük trajedisi hasta oğludur. Karısı “Neden bizim çocuğumuz?” diye sorarken, Naci bu soruyu Tanrı’ya isyan olarak görür ve “Bunu sorgulayamazsın!” der. Rasyonel aklın her olaya bir açıklama getirebileceğine inanan kibirli ve yıkıcı anlayışının yerine, hayatın doğasını kabullenmeyi seçmiş alçakgönüllü bir tavırdır bu. İnsan acılarıyla da insandır.

Savcı Bey, Komiser Naci’ye göre cetvelin akıl, düzen ve kontrol ucuna daha yakındır. Ancak hem naif kişiliği- Clark Gable’ye benzetildiği sahnede bu ipucu verilir bize- hem de geçmişinde yaşadığı bir trajedi onun sezgisel yanını canlı tutmuş ve bu sayede Doktor’un deşerek gün yüzüne çıkarttığı trajedisinin anlamını kavrayabilmiştir. Kendi aklına duyduğu kibirli hayranlık ve yargılarının doğruluğuna olan güçlü inancı yavaş yavaş yerini kuşkuya bırakırken, çektiği acıyla birlikte ruhu özgürleşir aslında.

Filmin önemli karakterlerinden biri de Muhtardır. Keşif yapan ekibin yorgun düşüp evinde konakladığı muhtar tipi bana göre Türk sinemasının gördüğü en olağanüstü canlandırmadır. Uyanık, çıkarcı, sahte bir alçakgönüllüğün altında sürekli “kuzuları” yiyip bitiren bir kurttur o. İşini bilen memurdur bir bakıma. Yer sofrasında hep beraber yenilen yemekte, bunca izzet ikramın nedeni de belli olur. Köye morg yaptırmak bahanesiyle ödenek isteyen muhtarın talebinin komikliği gün gibi ortadadır. Talibini gerekçelendirmek için umutsuzca çabalar. Yaptığı açıklamalar ise niyetini iyice ortaya döker. Kimse kanmamıştır ama ikna olmuş gibi görünmeyi tercih ederler. Ne de olsa yiyip içtikleri bir evdir orası. Muhtarın kızının çay dağıttığı sahne tek başına bir yazının konusu olabilir bence. Burada, bu unutulmaz sahne hakkında söyleyebileceğim tek şey, muhtarın melek yüzlü kızının, tüm erkek öznelerin kısa süreli bir “duygusal deprem” yaşamalarına neden olduğudur.

Muhtarın evinde verilen moladan sonra; ekip, gün ağarırken yeniden yola koyulur. Gecenin içerdiği belirsizlik sona erer ve ceset bulunur. Bundan sonra iş cesedin kasabaya götürülmesi ve otopsiyle tam ölüm nedeninin ortaya çıkarılmasıdır.

Film geceden aydınlığa dönerken hikayenin çok gerilerinde kalmış gibi görünen Doktor Cemal’in varlığı da belirginleşmeye başlar. Bu filmin en karanlık tipi Katil Kenan değil, Doktor Cemal’dir. Yazımın başında Nietzsche’nin “Apollon Dionysos” simgeleştirmesinden bahsetmiştim. Aklın, düzenin ve kontrolun simgesi olan Apollon, Yunan Mitolojisinde hastalara deva veren şifacı tanrıdır aynı zamanda. Bizim doktorumuz da alabildiğine kontrollü ve rasyoneldir. İyi bir eğitim almıştır. Dışarıdan bakıldığında uyumlu, ölçülü ve naziktir. Ancak Tanrı Apollon’la benzerliği ancak bu kadardır. Doktor Cemal, etrafına hükmeden bir tanrı olmak şöyle dursun, kendi hayatını bile anlamlı kılmaktan yoksun bir nihlisttir.

Şimdi filmi biraz geriye sarıp henüz cesedin arandığı karanlık yol sahnesine dönelim. Ekibin geri kalanının keşif yaptığı bir durakda, Arap lakaplı şoför ve Doktor Cemal başbaşa kalırlar. Uğultulu rüzgarda savrulan başak tarlaları ve zifiri karanlıkla örülmüş bu sahne, bilinçten çok bilinçaltını göreve çağırmaktadır sanki. Nitekim doktor tuvalet ihtiyacını gidermek üzere gittiği kayalıklarda, şimşek çakmasıyla, taşlara kazılmış dev bir yüz görür. Korkudan içi donar .Koşarak arabaların park ettiği alana döner. Şoför Arap’a kayalıklardaki yüzü sorduğunda şu cevabı alacaktır: “Heee, bizim buralarda çoktur bunlardan.” Bu noktadan sonra birbirine taban tabana zıt bu iki karakter kendi yaşam manifestolarını açıklarlar adeta. Anadolu’nun bıçkın çocuğu Arap için hayat bir kavgadır. Kavgada bileği güçlü olan ayakta kalacaktır. İnsan mücadelesini vermeli ama gerektiğinde vazgeçmeyi de bilmelidir. Sonuçta bu dünya kimsenin tapulu mülkü değildir. Doktor Cemal ise yorgun sesiyle bize şunları söyler: “Bundan yüzyıl sonra ne Arap kalacaktır ne Doktor, yok oluş kaçınılmazsa, hayatın ne anlamı vardır? Mücadelenin ne gereği vardır?” Bu düşüncesini Arap’a onaylatmak istediğinde Arap bana göre filmin en önemli cümlesiyle cevap verir: “Naptın Doktor yaaa! Ölmeden mezara koydun bizi.”

Doktor, hayatın anlamının onun nesilden nesile akan sürekliliğinde yattığını görmez. Kendisinden sonra filizlenecek hayatların öncülü olmanın heyecanını yaşamak yerine, nihlizmin karanlık kuyusunda ömrünü çürütür. Giderek anlarız ki, Doktor’un ölçülü, mesafeli ve nazik görüntüsü onun yaşama katılma isteksizliğinin doğal sonucudur. Hiçbir şeye itiraz etmez çünkü kendi argümanı yoktur. Olsa daha onu savunacak enerjisi yoktur. Örneğin katile sigara tuttuğu sahnede Komiser Naci’nin terslemesiyle sigarayı geri çeker. Muhtar evine gelen mühim konuklara, pek sık uğramadıkları için serzenişte bulunurken “Gerçi Doktor Bey geldi geçende ‘ammaaa’ sizinki başka tabii” der. Doktorumuz, steril sütten yapılmış yoğurt gibi iyi görünüşlü, kokusuz, kıvamı yerli yerinde ama etkisizdir. Çünkü içindeki canlı unsurlar ölmüştür.

Filmdeki tek ama vurucu etkiyi Savcı Bey’in gizemli tuhaf öyküsünü çözümleyerek yapacaktır. Bu çözümlemede “nesnel ve bilimsel” akıl ona yol gösterir. Belki de kendinden emin davrandığı tek nokta budur. Savcı Beyin bir arkadaşının, öleceğini söylediği gün ölen karısının -ki bu kadın bizzat Savcının karısıdır aslında- intiharını gün yüzüne çıkarır. Ancak Doktorun soğukkanlılıkla yürüttüğü bu rasyonel akıl cesedin otopsisi sırasında tutulur.

Şimdi filmin son bölümüne gelelim. Kenan’ın, “içkili kafayla”, arkadaşı Yaşar’ a bir zamanlar karısıyla birlikte olduğunu ve Yaşar’ın oğlunun gerçek babasının kendisi olduğu açıklamasıya çıkan kavgada öldürdüğü anlaşılır. Uzun aramalar sonunda ceset bulunmuş ve otomobillerden birinin bagajına yüklenmiş (yanında da kavunlar) vaziyette Kasaba’ya gidilir. Yaşar’ın güzel karısı ve oğlu da diğer ahaliyle birlikte ekibi beklemektedir. Kenan adliyenin önünde indirildiğinde kalabalık onu linç etmek ister ama Kenan’ın canını yakan bu linç girişiminden çok kendi oğlunun kafasına attığı taş olacaktır. Bu sahneden itibaren Doktor Cemal’in çocuğu izlemeye başladığına tanık oluruz.

Karanlık gecenin sabahında, otopsiden önce herkes bir soluklanmak ister. Doktor hastanenin içinde olduğunu anladığımız tek odalık lojmanına döner. Burada Cemal’in geçmişine dair bir yolculuk yaptırılır bize. Çocukluğuna doğru dizilmiş siyah beyaz fotoğraflarda sıra dışı hiçbir şey yoktur. Orta sınıf kentli bir gencin sıradan hikayesidir gördüğümüz. Ancak çocukluğunun sembolize edildiği fotoğraf manidardır. Deniz kıyısında mayosuyla uzaklara bakan incecik ve yalnız bir çocuk görürüz. Çocuğun yüzünde ancak bir yetişkinin sahip olabileceği taşlaşmış bir keder ifadesi vardır. Peki ne olmuştur ona? Kimbilir…. İçinde sevgi ve iletişimin olmadığı, çok disiplinli ve korunaklı bir aile düzeninde büyümüş olabilir, belki de daha derin bir trajedi vardır bu kederin gerisinde. Yaşar’ın oğlunu adım adım izleyişi, kendi çocukluğuyla bu öksüz çocuğun kaderi arasında bir bağlantı kurduğunun göstergesi olarak alınabilir. Ama bütün bunlar sonucu değiştirmez Doktor’umuzun ruh ölümü daha çocukken gerçekleşmiştir.

Cemal fotoğrafları kaldırıp aynada kendine bakar bir süre, kendini görmeye çalışır. Sonra silkinip çıkar odasından. Komiser Naci’nin oğluna ilaç yazarken Naci ona, Kenan’la çocuğun durumundan bahsedip, büyüklerin günahını hep çocukların çektiğini söyler. Bu topraklarda hayatın zor olduğunu, doktorun yerinde olsa çekip gideceğini anlatır. Doktor’un yanıtı bellidir: “Nereye?”.

Artık Cemal ve Savcı Bey otopsi raporunu çıkarmak üzere morga gitmeye hazırdır. Ancak bu sahne Savcı’nın karısının ölümünün bir intihar olduğunu idrak ettiği vurucu bir sahnedir aynı zamanda. İkili morga gider. Ceset, maktulün karısına teşhis ettirilir. Yazılacaklar yazılır. Savcı gider. Cemal sağlık memuruna başlama işaretini verir. Sağlık Memuru Şakir, ölüleri kesen capcanlı hayat dolu bir adamdır. İşe koyulur. Bir bir ortaya çıkar iç organlar. Hepsi normal görünmektedir derken bir tuhaflık bulur Şakir. Cesedin soluk borusu ve akciğerleri toprakla dolmuştur. Bunun nedeni çok açıktır. Yaşar daha canlıyken gömülmüştür toprağa. İşte doktorumuz bu sahnede, ilk başta açıklanması çok zor görünen bir şey yapar ve otopsi raporuna soluk borusu ve akciğer normal yazdırır. Neden?

Bir insanın ölmeden mezara girmiş olduğunu kabullenmek mi zor gelmiştir ona? Bu yaptığı, bilinçaltında kendi trajedisinin anlamını kavramış ve bastırmış olduğu anlamına gelebilir mi? Yoksa bunu daha pragmatik nedenlerle mi yapıyor? Yaşar’ın oğlu birgün babasının diri diri gömüldüğünü öğrenip daha derin bir kedere gömülmesin diye mi? Bilmiyorum. Belki de hepsidir. Son anda doktorun yüzüne cesetten fışkıran iki damla kan sıçrar. Birini eliyle temizler, diğeri yüzünde cama yaklaşır. Yaşar’ın karısı ve oğlu, çocukların futbol oynadığı bir top sahasının dibindeki patika yoldan gitmektedir. Yaşar’ın oğlu kaçan bir topa şut çekerek oyuna katılır bir an için. Cemal ise yüzündeki ölü kanıyla izler bu sahneyi. Film biter.

Filme dair bu yorumumu paylaştığım bir arkadaşım, Doktar Cemal’i benim tarif ettiğim gibi karanlık bir tip olarak görmediğini söyleyip şu soruyu sordu bana: “Kentli, iyi eğitim almış, rasyonel aklı kendine rehber edinmiş bireyleri ‘doğallıktan uzaklaşmış’ kişiler olarak mı tarif edeceğiz?

Güzel soru. Siz ne düşünüyorsunuz?

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.