Yeşeriyorum

Savaşla büyüyen nesiller: Ortadoğu’nun fethi

0
Ozan Sezai Zeybek

Savaş, hangi “kutsal” amaca hizmet ederse etsin, hangi hesaba dayanırsa dayansın, esasen acı ve ölümle ilgilidir. Bir film değildir, bir oyun değildir; en önemlisi, yozlaşmış devlet adamlarının ve köhne kurumların engelleyebileceği basit bir yoldan çıkma hali değildir. Riyakarlık ve ölüm üstüne kurulu rejimlerin can suyudur savaş.

Robert Fisk’in “Büyük Medeniyet Savaşı: Ortadoğu’nun Fethi” isimli kitabı 2011’de İthaki’den çıktı. Kitap ilk olarak 2005’te basılmış. İlk beş sayfasını okuduktan sonra kitap beni yuttu diyebilirim, sanırım evvela bunu söylemem lazım. Herhalde uzun bir süredir bir kitabı bu kadar büyük bir merakla okumamıştım.

İnsanın içini yangın yerine çeviren bir tarihsel tanıklık sunuyor Fisk. Ortadoğu’da milyonların nasıl öldüğünü, ne uğurda öldürüldüklerini anlatıyor. Geniş bir coğrafyanın bombalar, işgaller, isyanlar, işkenceler, toplu katliamlarla dolu tarihine ışık tutuyor. Kitabın arkasında şöyle yazıyor: “Bu kitap, Ortadoğu tarihinin kronolojisi değil, son bir asırdır askerleri ölüme gönderen ve –Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi- binlerce insanı öldüren yalanlara ve aldatmalara karşı tutkulu bir feryat.”

Fisk, 35 senelik gazetecilik hayatı boyunca çok zor bölgelerde, çoğunlukla Ortadoğu’da çalışmış: Afganistan, Cezayir, Irak, İran, Türkiye, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Lübnan, Kuveyt, Filistin, Bosna, İrlanda, Mısır ve İsrail. Kimi ülkeler on yıllar boyunca savaşla yaşamak zorunda kalmış (mesela Irak, Afganistan), diğerleriyse ambargolar, işkenceler altında nesiller büyütmüş. Türkiye’nin de dahil olduğu korkunç bir hikâye…

Ancak kitap sadece Ortadoğu’nun yakın tarihi olarak okunmamalı; çünkü her adımda karşımıza Batılı büyük devletler çıkıyor. Fisk, bu anlamda Batı’nın ve Ortadoğu’nun birbiri içine geçmiş ortak tarihlerini anlatıyor diyebiliriz. Haçlılarla başlayan, etkileri bugüne dek süren ve paylaşılan bir tarih vurgusu, bugün hâlâ sık sık karşımıza çıkan “despot Arap- demokratik Avrupalı” gibi oryantalist açıklamaların önüne geçiyor. Ortadoğu’da yaşananlara bakıldığında demokrasi ve despotluk bir zıtlıktan ziyade iç içe geçmiş, birbirini besleyen, hatta birbirini mümkün kılan iki paralel veçheye benziyor. Demokratik Avrupa’nın Ortadoğu’ya dönük yüzü, I. Dünya Savaşı sonunda bölgeyi bazı aileler arasında pay eden, halkları uyduruk sınırlarla bölen, insan hakkı-hukuku tanımayan, demokratik girişimleri işine gelmeyince bombalayan arsız bir canavara benziyor. Halkını işkenceden geçiren diktatörleri destekleyen, parayı ve iktidarı bütün değerlerin üstünde tutan, silah tüccarı, milyonlarca insanın katili ahlâksız devletlerin hikayeleri öne çıkıyor. Akıtılan bu kan karşısında bütün değerler o kadar sönük ve ikiyüzlü görünüyor ki….

Yanlış anlaşılmasın: Büyük Medeniyet Savaşı, bir emperyalist komplo teorisi kitabı değil. Birkaç anlamda değil. Öncelikle kitap büyük devletlerin Ortadoğu maceralarını anlatırken bu topraklardaki failleri birer piyon olarak ele almıyor. “Batılı devletler Ortadoğu’yu/müslümanları rahat bırakmadı” gibi milliyetçi hassasiyetlere, basit mazlum-zalim ayrımlarına el vermiyor; çünkü burada yaşanan acıların müsebbibi sadece Batı değil. Milyonlarca insanın işbirlikçi olduğu, rollerin sık sık değiştiği (insanların bazen zalim, bazen vurdumduymaz, bazen mazlum olduğu), ancak herkesin öyle ya da böyle müdahil olduğu bir hikaye anlatıyor Fisk. “Batı yaptı” deyip geçemeyeceğimiz, şiddetin şiddeti beslediği, şiddetin durdurulamadığı bir toplu delilik… Gözünü kırpmadan katliam yapabilen Lübnanlılar, İsrailliler, Iraklılar, on binlerce insanı işkenceden geçirip sonra hapishanede “kaybeden” İranlılar-Türkiyeliler, köylülerin üstüne bomba atabilecek kadar canavarlaşanlar, gereğinde kimyasal silah kullananlar… En güçsüz insanların bile ellerine fırsat geçtiğinde akıl almaz katliamlara giriştiklerini okuyoruz sayfalar boyunca. Mağdurların kendilerini vahşete kaptırdıkları umutsuz anları dinliyoruz. Direklere asılmış insanların kafalarını bedenlerinden koparmak için taş atan Filistinli çocukları okuyoruz, Fisk’in tanık olduğu olaylar arasında.

Kitabın komplo kitaplarından bir diğer farkı (ve bence en kuvvetli tarafı) anlatılan hikayelerin somutluğu, tekilliği. Savaş tarihi kitaplarından yahut stratejik analizlerden farklı olarak kitap boyunca birsürü insanın hikayesi çıkıyor karşımıza, tek tek. İsimler var, bütün o genelgeçer mevzuların arasına sıkışmış kalmış; korkan, kaçan, kızan çaresiz insanlar… Günde bir saat uykuyla arka arkaya ameliyata girmek zorunda kalan Iraklı doktorlar, çocuklarından çıkan onlarca şarapnelle yürekleri parça parça olan anneler-babalar, seyreltilmiş uranyumlu bombalar yüzünden kanser olmuş yüzlerce çocuk, işkencede gözleri yuvalarından çıkarılmış bir yaşlı adam, elinde tek bir silahla Amerikan ordusunu evine sokmamaya çalışan bir kadın, 13 yaşında idam edilmiş bir genç… Hikayeler insana sayılardan daha farklı tesir ediyor. İstatistiklerin ötesinde, şiddetin asıl görmemiz gereken yüzünü gösteriyor: İnsanları sindirmeye yönelik, intikamcı, gaddar ve iktidar aygıtının devamını sağlayan bir unsur olarak.

İran’daki Dastgerd Cezaevi’nin altındaki bir zindana kocasını görmeye götürülen Feriba’nın anlattıkları:

Gördüklerim beni dehşete düşürdü… Karşımda Mesud, kocam duruyordu, iki büklümdü, bitkindi, derin siyah bir mahzende gözlerini kırpıştırıp duruyordu. Mesud, sevgilim, diye çığlık atıp ona doğru hamle yaptım. Beni tuttular. Bir Pasdar uyardı: “Kes sesini! Sadece bakabilirsin. Burada işlerin nasıl halledildiğini iyice gör, yoksa senin yerin de onun yanı olur…” Mesud, elleri arkada bağlanmış, boynuna ilmek geçirilmiş halde, bir iskemlenin üzerinde duruyordu; bana varlığının tüm gücüyle baktı. Yorgun bir bakıştı bu, fakat aşkla, bilinçle doluydu, gülmeye çalıştı. Zayıf ve bitkin bir sesle konuştu: “Seni görmek çok güzel Feriba!” … Sorgucunun sesi yükseldi arkamdan: “Eğer iskemleyi tekmeleyip bu kâfiri asmaya hazırsan, seni o saniye serbest bırakacağım. Şeref sözü veriyorum!” Sorgucunun gözlerine dimdik baktım ve haykırdım: “Sende şeref ne gezer? Faşist! Cellat!” … Pasdarlar beni tuttu. Sorgucu tabancasını çıkardı ve Mesud’u vurdu. Bir başka pasdar iskemleyi tekmeledi. Acıdan boğulacak haldeydim ve gözlerime inanamıyordum: Asmışlardı Mesud’u… (s. 255).

Fisk’in kitabında şiddet hiçbir zaman sebepsiz, kendinden menkul, insanın doğasından gelen değiştirilemez bir nitelikmiş gibi anlatılmıyor. Kısaca, şiddet öyle havada asılı kalmıyor. Fisk, kitabın her bölümünde şiddeti üreten tarihle uğraşıyor. İnsanların gözünü karartan canavarlıklara umutsuzca da olsa “niye” diye soruyor. Afgan mültecilerin kendisini linç etmeye çalışmasını bile, “gazeteci özgürlüğünden” yahut “şiddetin körlüğü”nden dem vurmadan anlatmayı başarıyor. Yaşadıkları, Fisk’in kurtuluş hikayesi olmaktan çıkıp Afgan mültecilere yöneliyor.

Sene 2001. Kandahar’ın üstüne ittifak güçleri bombalar yağdırıyor. Kandahar Taliban’ın son kalesi. Güya askeri hedefler vuruluyor. Binlerce insan Pakistan’a doğru çaresizce kaçmaya çalışıyor. Birçoğu son iki hafta içinde eşlerini, çocuklarını, evlerini kaybetmişler. Afganistan’da toplu bir katliam var; ancak katliama yakıştırılan isim tali hasar; “collateral damage” deniyor İngilizce. “Askeri hedefler” vurulurken ölmesi beklenen, ancak “istenmeyen” can kayıpları on binleri buluyor. Bombalamanın sadece ilk iki ayında 3000-3400 sivilin öldüğü tahmin ediliyor (s. 780).

Robert Fisk mültecilerin arasında, Kila Abdulla’da. İnsanlar gülerek yanına geliyor ve elini sıkıyor. Gülmek dostluk göstergesi değil. İnce bir çizgi var öfkeyle gülmek arasında. Önce bir çocuk Fisk’in bileğine sert bir şekilde vuruyor. Sonra bir çakıltaşı atılıyor kalabalıktan. Saniyeler içinde bir dolu insan Fisk’in, yani “bir Batılının” kafasını ellerindeki taşlarla kırmaya çalışıyor; yere düşen Fisk’e tekmelerle, taşlarla vurmaya başlıyorlar. “Birileri benden, bana zarar verecek kadar nefret ediyordu” diyor Fisk. “Ancak yaraları taşıyan Afganlardı”, diye devam ediyor, “bizim (B-52’lerle) açtığımız yaralar” (s. 760).

Kullanılan her bombanın arkasında bir insan hikayesi var, Fisk bunların izini sürüyor. At ve unut (fire-and-forget) diye tabir edilen bombaların düştüğü yerlerde yanan canları anlatıyor bize. İnsan bombaya yakıştırılan tabirdeki soğukkanlı acımasızlığa şaşırıyor. At ve unut! Unutmak mı? Unutmak mı?

Misket bombası kullanılıyor azametli ordular tarafından. Bilhassa dağınık ve hareketli hedefleri (evet, insanlardan bahsediyoruz) vurmak için tasarlanmış. Dağlarda ve şehirlerde çok etkili; çünkü bölünen parçalar evlerin, oyukların içine giriyor; orada patlıyor. Daha evvel 1982’de Batı Beyrut kuşatmasında İsrail Ordusu tarafından kullanılmış. Amerika Irak’ta kullanmış, 5 yaşındaki Hüda’yı ve daha yüzlerce insanı sakat bırakmış ya da katletmiş. Türk Ordusunun da “terörle” savaşta kullandığına dair kuvvetli iddialar var. Aynı İsrail gibi, aynı Amerika gibi…

İnsan kitabı okurken bir süre sonra fark ediyor ki bütün bu katliamların tarafları değişse de (solcular, Şiiler, Sunniler, Baasçılar, Türkler, Kürtler, Evangelikler, Filistinliler…) şiddetin kendine has ortak bir kıyıcılığı var. Rejimlerin adları değişiyor; ama görünen o ki devletler mutlaka önce düşman sonra şiddet üretiyor. Çoğunluğun görmediği işkence odalarında, Uludere dağlarında, Paris’in varoşlarında veya mesela Afgan semalarında… Birinin ya da on binlerin ölüm fermanını verebilecek muktedir adamların dünyasında şiddet alelade bir araç sadece. Demokrasinin, insan haklarının uzantısı; kutsal amaçların, en çok da anlam kaybına uğramış barışın basit bir takviyesi.

İnsanları ölüme ve öldürmeye yollayanların ağzından düşürmediği bir sözcük bu barış! O sebeple Nobel Barış Ödülü’nü alanların arasında en azılı katilleri bulmak mümkün: Theodore Roosevelt, Enver Sedat, Henry Kissinger, Menahem Begin, Simon Peres, İzak Rabin, Barack Obama… (Bush ailesi eksik!) Hepsi birilerinin ölüm emrini vermiş adamlar. Hepsi eli silah tutmayan insanların hayat boyu çekeceği acılara sebep olmuş. Simon Peres’in Sabra ve Şatila kamplarındaki dahlini anlatıyor Fisk, üstelik bu İsrailli bir inceleme komisyonu tarafından kabul edilmiş. Savunmasız binlerce kadın, erkek, çocuk dünya üzerinden silinmiş. Dünya bunu görmezden gelmemekle kalmamış, faillerini muteber adamlar ilan etmiş. Katillerin barış ödülleri alması insanın içini eziyor.

Fisk’in bize gösterdiği bu dünyada barış çok zor; çünkü adaletin tesis edilmediği derme çatma bir barış, göz boyamaktan öte bir anlam taşımıyor. Arafat ve Rabin el sıkışınca ya da anlamı müphem bir demokratik açılımla barış gelmiyor. Adil bir barış tarihle yüzleşmeyi gerektiriyor. Yüzleşmek de yetmiyor. Kana batmış bu tarihten ve bugüne sirayet eden kibir ve gösterişten kurtulmak gerekiyor. Silahlardan ve birtakım adamların milyonları savaşa yollayabilecek tahakkümünden kurtulmak… Çünkü barış, savaşla gelmiyor. Şöyle diyor Fisk: “Savaşa girmek, ‘çocukları’ desteklemek kolaydır; saldırganlığa, işgale, ‘terörizme’, ‘şerre’ karşı koyma lüzumunu editör masalarında kurgulamak kolaydır. Fakat savaşa son vermek tümüyle başka bir şeydir; tarihin pençesiyle tokalaşıp ondan ferah feza kurtulmak hiç kolay değildir. O ölü el bizi kolumuzdan yakalar ve daha çok yapacak iş, bastırılacak öfke, yatıştırılacak vahşet, doyurulacak arzu, tekrar çizilecek hudut, yaratılacak devlet, hükmedilecek (veya yok edilecek) halk olduğunu hatırlatır bize” (s. 282-283).

Şu noktanın altını çiziyor Robert Fisk: Savaş, hangi “kutsal” amaca hizmet ederse etsin, hangi hesaba dayanırsa dayansın, esasen acı ve ölümle ilgilidir. Bir film değildir, bir oyun değildir; en önemlisi, yozlaşmış devlet adamlarının ve köhne kurumların engelleyebileceği basit bir yoldan çıkma hali değildir. Riyakarlık ve ölüm üstüne kurulu rejimlerin can suyudur savaş.

Robert Fisk, sadece savaşta yitip gidenlerin değil silah tüccarlarının da izini sürüyor kitabında. Ortadoğu’daki devletlere satış yapan şirketlerden, bunların açtığı fuarlardan, bastığı broşürlerden, dergilerden bahsediyor. Sapkın bir oyun gibi: Arap şeyhleri, İranlı mollalar, Türkiyeli generaller… hiç fark etmiyor. Hepsi büyük silah şirketlerinin kapısını aşındırıyor. Silah ticaretinde insan öldürmek teknik bir bilgiye dönüşüyor. Patlama gücünden, füze menzillerinden, saniyede çok top atan bataryalardan, kızılötesi sensörlerden, inanılmaz kıvrak helikopterlerden ve elbette paradan bahsediliyor. Bir tek ölümün ve ölülerin adı geçmiyor. Güç, güzellik, mükemmellik, güvenilirlik, savunma gibi kelimeler havada uçuşuyor. (Türkiye’nin milyarlar dökmeye başladığı F-35’ler de bu şekilde tanıtılmıyor mu? Savunma ihtiyacı!) Bu büyük ve mide bulandırıcı bir pazar ve her ülke hemen her sene savunma harcamalarını arttırmayı kendine şiar edinmiş durumda. Aptallığın ve zalimliğin buluşma noktası! Fisk’ten alıntılıyorum:

“Arap halkı (başlarındaki hükümdarlarının aksine) bu çılgınlığa itiraz ederse, silah pazarlarında onların protestolarını sona erdirecek araçlar da eksik değildi. Güney Afrika’nın Swartklip Products şirketi, ‘geniş çaplı temizlik operasyonları’ için duman jenaratörlerinin, ‘bir isyancıyı yumuşak, ölümcül olmayan bir darbeyle etkisizleştiren’ 37 milimetrelik copların, binalara atılabilen duman bombalarının ve ‘seçilen eylemcileri safdışı bırakmanın doğru aracı’ olan 12 kalibrelik tabancaların reklamını yapıyordu” (s. 661).

Başa geri dönelim: Bu kitap savaşa karşı tutkulu bir feryat. Kamplaşmaların keskin, gerilimlerin eski olduğu bir coğrafya hakkında kalem oynatmak gerçekten büyük bir hassasiyet gerektiriyor. Aynen topraklar gibi, kelimeler de mayınlarla kaplı. İnsan kendini bir anda anti-semitik olmakla, teröre destek vermekle, emperyalist olmakla suçlanırken bulabilir. Fisk de yazılarıyla birçok insanı rahatsız etmiş, hiç olmadığı kategoriler içinde itibarsızlaştırılmaya çalışılmış, hatta Türkiye’den sınır dışı bile edilmiş.

Bütün bunlara rağmen Fisk, İsrail’in, İngiltere’nin, ABD’nin pisliklerini ortaya saçmayı başarıyor; ancak diğer taraftan da Irak’ın, Türkiye’nin, Suriye’nin, İran’ın, Afganistan’ın vs. gaddarlık dolu hikayelerini de anlatmaktan geri durmuyor. İnce bir çizgide önemli bir dengeyi tutturmaya çalışıyor ve bence bunun üstesinden layıkıyla geliyor.

*Son not çevirmene: Gerçekten çok emek verilmiş, çok akıcı, çok keyifli bir Türkçe. Murat Uyurkulak’ın ellerine sağlık.

Bir sonraki kısım, Fisk’in Türkiye üzerine yazdıklarına odaklanacak.

ozanoyunbozan.blogspot.com/

Sezai Ozan Zeybek

 

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.