Köşe Yazıları

Ak’la Kara

0

Beckett, satrançta, taşlar başlangıç pozisyonuna yerleştirildikten sonra yapılacak her hamlenin oynayanın gücünü zayıflatacağını söyler. Her biri prezentabl üniformasıyla “kazanma”ya endeksletilmiş genç girişimcilerle dolu endüstriyel toplumu oluşturan piyonların, olsa olsa “90 dakkada başarının sırrı” kitapları okuduğu düşünülünce, varsa yoksa moral bozacak bu söz, tıpkı ölümü hatırlatan mezarlıklar gibi sosyal hayatın dışına atılmalıdır. Adorno’nun yeniden canlandırmaya gayret ettiği ve en eski çağlardan beri bilimin esas alanı olan pesimist kavrayışın, uç örneklerinden biri olan Beckett’da; ideal bir satranç partisinde yenilgi ve kayıp kaçınılmaz olduğuna göre, taşların yerlerinden hiç kıpırdatılmaması gerekir(di).

Tek taraflı ateşkesine karşılık alamayan PKK’nın, bir süre sonra gencecik askerleri öldürmesiyle fitilini yaktığı ateş, önceki gün Türkiye ordusunun gencecik PKK askerleri yanında öldürdüğü, aralarında 4 bebek-çocuk ve bir hamile kadının bulunduğu trajediye dönüştü. TSK ise rakama indirgediği canları “90-100 felan” diyerek açıkladı. Kuzey Irak’ta Türkiye aleyhine yapılan gösterilerde ise ölen 7 sivil için Türkiye devletinin özür dilemesi ve tazminat ödemesinin beklendiği duyuruldu. Tıpkı Türkiye devletinin İsrail devletinden beklediği ve gelmeyen özür ve tazminat gibi… Fakat aynı oyunun sonraki hamlesini kestirmek de zor değil. Zira İsrail bunu yapacak olsa, Erdoğan’ın bir başka dizgede takındığı omurgasızlıkla itham tavrının İsrail’e karşı da devreye girmesi kaçınılmaz ve hatta bunu beklediği de açık. Omurgasız olmayacağı anlaşılan Erdoğan’ın ise İsrail gibi suçunu güçle örtmesi de mecburi. Hep aynı trajedinin aynı dinamiklerle ilerlediği, her stratejist-vaizin nihai sonu sağlayacak vaatlerinin de, aslında daha büyük savaşın çağrıcısına dönüştüğü dev bir makine bu. Her çark kendisini iktiren diğer çarkların hareketine bağlı ve durması veya özgür iradeyle karar vermesi de imkansız… Silaha dokunmak istemeyen vicdani redcilerin alnına silah doğrultan bu makinede, eğer ölümlerin kökünün kurutulması isteniyorsa tek yapılacak olan anaların artık doğurmaması. Ölümlerden kurtulmak için yaşamın kurban verilmesi.

Hep aynı aynayı tutar gibi görünen Antik Yunan veya o ruhun temsilcisi Shakespeare tragedyaları bile farklı farklı örgülere, örüntülere sahipti. Oysa zamane trajedisinin sonraki perdesi de otomatikleşmiştir. Erdoğan, kendisini kahramana dönüştüren one minute çıkışıyla edindiği tahtta, Peres misali kendisine one minute diyecek yeni mazlum kahramanı çağırıyor. Makine ona elbette istediğini verecektir. Ancak aynı hikayenin yaratacağı yeni mazlum kahramanın öncekinden daha zalim olması da makinenin kurguladığı kaçınılmaz gerçeklik olarak duruyor. Tarih diye; kendi kendisini patlatacak bu makinenin kaderine yaklaşmasını hızlandıran veya yavaşlatan isimlere deniyor. Sadece savaşları anlatan, kaybetmenin farklı dillerde kazanmaya dönüştüğü,  sürekli kendi “biz”inden bahseden din adamları aracılığıyla müjdeli gelecek vaad etmesi, kısaca kaybetme ve kazanma sorununa ters açılardan endekslenmiş tarih canavarının, zalimleri kahramanlaştırıp ismini anmaya bile gerek olmayanları (zalimin karşıtını bulamadım) silikleştirmesi de canavarın cilvesi olarak kabul edilmeli. Bize dayatılan ve adına bilgi sahibi olmak denilen, bu.

Vahşet çağından çıkışın imkansızlaştırıldığı endüstriyel toplumda, herkesin bildiği gerçekleri yüze çarpan pesimist felsefe aslında çözümü de içinde gizliden gizliye barındırmaktadır. Bu yazı ise çözümü gizli tutmaya gerek görmeyerek kendisini sanatsal edimlerden ayırmayı göze alabilir. Çözüm nerede mi? Endüstriyel bilgi dağarcığı neyi şeytanlaştırılıyorsa işte orada!

Beckett’a göre “ideal satranç”ta, oyun bittiğinde taşlar başlangıçtaki konumuna dönmüş olmalıydı. Oysa ölümcül günümüz bilinci bunu kavramaktan aciz durumda. Çin daması bittiğinde yeni oyun alanı, hiç dışarı atılmamış taşlarıyla halihazırdır. Oysa satranç ölülerini biriktirmektedir. Zaten “biriktirmek” ve “kazanmak” endüstriyel kültürün ruhu, mitosu, dini,… ne derseniz deyini.

İşte makinenin trajedisinin aynı zamanda kendisine kah kah gülerek içine gizlediği dram…

Kazanma paradigmasının mükemmelliği ekonomistlerce de onaylanan, son yılların en hızlı kalkınan ülkesi Türkiye’nin, politik ve medyatik starlarının el ele vererek gerçekleştirdikleri dünyanın en yoksul ve yazıksanacak ülkesi konumunda bulunan Afrika ziyareti. Hayatında yalnızca 1984 isimli romanı okumuş, onu da yanlış anlamış Erdoğan ve kurmaylarının bir bilimkurgu aracılığıyla heybesini şişirdiği Türkiye’yle, tüm bu kurmacalardan habersiz her tarafından sömürülmüş Somali’nin beraber sunduğu, Ak’la – Karanın buluşması… Güler misin, ağlar mısın?

Zenginliğin, mal ve mülkiyetin, dışında kalmış Afrika. Kıçlarında don olmayan Afrika. Ahlak zabitesi TRT’nin bile kadınlarının memelerini mozaiklemediği Afrika. Hani en olunmaması gereken, en dönüşülmemesi gereken, çocuklara cin masallarıyla anlatılan ibret abidesi Afrika. Şeytanlaştırılmış Afrika…

Afrikalı, içine doğduğu dünyadan ayrılırken, yaşadığı dünyaya teşekkür edercesine onu bulduğu gibi bırakır. Onda en ufak değişiklik yapmamış olmak temel felsefesi ve hatta dinidir. Onda günah olan biriktirmektir. Bu felsefeyi dile kolay 1,5 milyon yıldır yaşatmaktadır. 200 yıllık endüstriyalizmin, 10 yıllık görgüsüz devşirmeleri ise üstüne bastığı zeminin kırılmaya yüz tuttuğundan habersiz firavunları andırmaktadır. Dünyanın yeni sahibi olduğunu iddia eden zamane dindar yöneticileri, öldürmekle gururlanır, oydukları dağları, diktikleri barajları, gezegenin kanseri olan fabrikaları, kestikleri ağaçları, kuruttukları gölleri, yıkıp yerine daha büyüğünü inşa ettikleri binalarıyla övünürler. Herşeyi daha büyüğüne dönüştürmek üzere biriktirirler. Yarattığı tanrı bile en yere göğe sığmayan cinstendir. Üstüne dünyanın dengesini şaşırttırıp susuz bırakılmış ve kendi kaynaklarına dokunmayan Afrikalıya gider ve onları makinede madenci olmaya yani kendi cennetlerinin cehennemine iktirirler. Oysa merhamet kisvesine bürünmüş ama Erdoğan’ın ağzından çıkan “veriyoruz ama paramız bereketlidir”le tamahkar takipçilerine göz kırptığı sonradan misliyle geri alacağının işaretini gözden kaçırmamak gerekir. Bu gösteri yalnızca televizyon olan yerlerden izlenebilmektedir. Bu gösterinin muhatabı Afrikalı değildir. Onlara, gökten zembille inilir ve haberdar bile olmadıkları ünlüler aracılığıyla karınları doyurulur. Ancak bilinir ki beyaz şeytan verilen bulgurun çok daha fazlasını zaten kendisine ayırmıştır. Bürokrasi denen kağıt değiş-tokuşu yalnızca daha karlı olana yönelmiş olduğundan, ayırmamış olması da mümkün değildir.

Beckett’ın Godot’yu Beklerken trajedisini de anmak gerekir. Zamane biriktirmeci kazanma heveslisi insan müsveddesinin hiçbir şeyi bekleyecek zamanı yoktur. Böylelikle koşa koşa gitmektedir Godot’ya. Üstelik her birikim aynı anda yetmeme anlamını içinde taşırken, kazanmak ise kaybedilecek günleri çağırmakta ve aynı zamanda kaybettirmenin hikayesini de anlatmaktadır. Oysa Afrikalının kısa olduğu için acımamız beklendiği ömrü, en imkansızı beklemeye bile muktedirdir. Belki de günahkarlığı sebebiyle kendisini ebedi ölümle ödüllendirmiş “ak” insanın kulağına, “kara” Afrikalının, atalarından kalma şu ilahiyi fısıldamış olmasını dilerdim. Belki böylelikle ister dini, ister modern olsun ama temelde aynı biçimde şaşmaz ve kesin doğruların var olduğunu kafaya kakan ve belki de makinenin tek önemsediği de bu olan budalalığından sıyrılıp, kendi özgür iradesiyle, kendi entelektüel aklını kullanmayı tekrar hatırlayabilir(di).

 

Varlıklardan çok

Nesneleri dinle.

Ateşin sesi işitilir,

Suyun sesini dinle,

Dinle rüzgarda

Hıçkıran çalılığı,

Ataların soluğudur bu.

Ölenler asla gitmediler,

Aydınlanan gölgede onlar

Ve yoğunlaşan gölgede,

Ölüler yerin altında değil,

Titreyen ağaçta,

İnildeyen odunda,

Akan suda,

Uyuklayan suda,

Kulübede, kalabalık içinde onlar,

Ölüler ölü değil.

You may also like

Comments

Comments are closed.