Dış Köşe

Ayfer Tunç’tan Gezi Mektubu

0

Yazar dostum Ayfer Tunç’un Gezi Direnişi nedeniyle bir okuruna yazdığı mektubu kendi izniyle blog’umda paylaşıyorum. Son dönemde içine girdiğimiz ruh durumunu yansıtıyor.

8 Haziran 2013

Değerli okurum,

Öncelikle şunu bilmenizi isterim. Kartvizitinde siyasi bir unvan bulunan hiç kimsenin sofrasına oturmam. İktidar denen kavramın içinde az veya çok, bir miktar zehir bulunduğuna inanırım. Bunun hangi türden veya kime ait bir iktidar olduğunun bir önemi yoktur. Dolayısıyla iktidarların başarılı işlerini takdir etmek halktan biri olarak vicdanımın sesi iken, muktedirden gelen her türlü baskıya karşı çıkmak da insan ve yazar olmamın bir gereğidir. Toplumlara yaşanabilir bir düzen vermesi beklenen siyasetin günümüzde fazlasıyla kirlendiği kanısındayım. Buna partiler, oluşumlar, gruplar vb. her türlü siyaset dahil. Gençliğimdeki kötü tecrübeler nedeniyle sivil inisiyatiflere bile belli bir mesafeyle yaklaşıyorum. Öte yandan hayat siyasetin ta kendisidir, çünkü iki kişinin olduğu her yerde bir iktidar kurma çabası vardır. Ama kastımın günlük ve kirli bir siyaset olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Bir söyleşimde ben “solcu” doğdum demiştim. Benim solculuktan anladığım bugün Taksim Meydanı’nda gördüğümüz flama sahiplerinin veya benzerlerinin temsil ettiği solculukla en ufak bir alakası olmayan, vicdan, adalet ve merhamet üçlüsünden oluşan bir solculuktur. Benim dünya görüşümü insana saygı, özgür düşünce, vicdan, adalet duygusu, haysiyet ve erdem oluşturur. İçinde yaşadığım çağdan şiddetle mustaribim, dünya görüşümün içinde yer alan bütün kavramlar sızlıyor. Eşyanın bile bir haysiyeti var. Haysiyeti incinmiş bir insanın hali benim için dünyanın en acıklı birkaç manzarasından biridir. Haysiyetini kaybetmiş toplumların iflah olacağı, payidar kalabileceği kanısında değilim.

Son zamanlarda yaşadıklarımız haysiyetime dokundu. İktidarın en muktedir kişisi tarafından azarlanmaktan, hakarete uğramaktan, aşağılanmaktan doğan bir kahır içindeydim. Bu hakaretlerin bizzat şahsıma yönelmesi gerekmiyor elbette, kaldı ki bu hakaretler aynı hamurdan olmadığım insanları hedeflese de aynı kahrı hissederim. Haysiyetini korumak bir insan hakkıdır. Dindar biri değilim, hiç olmadım. Ama samimiyetime inanmanızı rica ederek söylüyorum, herkesin inancına göre yaşayabileceği bir ülke için canımı veririm. Bu ülkenin genç kızlarının hatırladığımda bile tüylerimi diken diken eden “ikna odaları”na alındıklarını öğrendiğimde hissettiğim utanç ve kahır emin olun bugün hissettiğim kahırdan bin kat fazladır. Benim için başörtülü bir genç kızı ikna odasına alıp zulmeden bir “kadının” bir solcuya işkence yapan bir polis şefinden hiçbir farkı yoktur. İnsanların zihinlerine yapılan işkence bedensel işkenceden çok daha ağır zarar verir. Türkiye hiçbir zaman gerçek anlamda demokrasiyle yönetilen bir ülke olmadı. Benim için demokrasi çoğunluğun dediğinin olduğu değil, azınlığın hakkının korunduğu adil ve vicdanlı bir sistemdir ya da olmalıdır. İçinde vicdan, özgürlük ve adaletin olmadığı hiçbir sistemi insani kabul etmiyorum. Bu ülkenin polisinin gösterdiği şiddet benim için yeni değil. Muhafazakarlar için de yeni değil. Bu ülkenin tarihini ne yazık ki muktedirlerin acımasızca kullandığı kanlı bir şiddet yazdı. Tarihimizin sayılmayacak kadar çok olan utanç sayfalarını gözden geçirdiğimde vicdan, adalet ve merhametin olmadığını, insanlığın askıya alındığını görüyorum. İnsanlık sicili başından beri bozuk olan ülkemi, psikopat ruhlu ana babasını her şeye rağmen seven bir çocuk gibi sevebiliyorum ancak, bu da bana çok acı veriyor. Gezi Parkı meselesine gelince.. Sizin de kabul edeceğinizden kuşkum yok, bu türden ansızın başlayan hareketlerde bir toz bulutu kalkar, başlangıçta iyi niyetin kaynağını görürsünüz, sonrasında toz her yeri kaplar. Ortalığı toz kapladığında çekilmek bir yöntemdir, ama toza rağmen ve tozun içinde samimiyetini, merhametini ve vicdanını koruyanlara desteği sürdürmek de bir yöntemdir. Ben ikincisini seçtim. Toza rağmen direnenleri yalnız bırakmaya gönlüm elvermedi. Bugün Gezi Parkı’ndaydım. Gördüğüm flamalar, irili ufaklı fırsatçı siyasi oluşumların sembolleri beni sadece güldürdü. Küçük fırsatçılar her zaman olur. Büyük provokatörler kesinlikle olur ve çok tehlikelidirler. Ama bunları samimi ve masum eylemcilerden ayırmak devletin görevi değil midir? Büyük resme bakmaktan yanayım. Fikirsiz ve bencil sandığım, tırnak ucu kadar değer veremediğim için kahrolduğum bir gençlik beni yanılttı. Bu gençler en çok her görüşten arkadaşlarıyla birlikte olabildikleri, masumca olanı korumak için olağanüstü çaba gösterdikleri, doğrudan ayrılmadıkları, içlerine girmeye çalışan fırsatçılara prim vermedikleri, oyuna gelmedikleri ve şaşırtıcı ölçüde zeki ve komik oldukları için beni yanılttılar. Bu gençliğin ilk kez keşfettiğim bu niteliklerini çok değerli buluyorum. “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” gibi ürkütücü, tehlikeli ve militarist bir sloganı “Mustafa Keser’in askerleriyiz” diyerek, gülünçleştirerek yerle bir edebilen bir zekaya saygı duyuyorum. Öte yandan şunu da söylemeliyim. 12 Eylül’de 16 yaşında olan biri olarak eylemlerin alacağı şekilden korktum. Korkumun esas kaynağını provokatörler değil, polis şiddeti oluşturdu. En ufak bir özgürlük talebini bile aşırı şiddetle bastırmaya alışmış, hatta bundan haz duyan, adaletsiz polis ve yöneticilerden korktum. Ne yazık ki hala korkuyorum. Kan akmasından, bu masum ve haklı taleplerin sadece ajan provokatörler tarafından değil, kibirli ve baskıcı, cebir ve şiddetten başka yol bilmeyen muktedirler tarafından manüple edilmesinden ve bu yepyeni, canlı gençliğin hoyratça ezilmesinden çok korkuyorum. Yeni bir zamanda yaşıyoruz. Bu zamanın tarihini “dijital” kuşak yazıyor, ben eski anlayışımla, eskimiş tecrübemle onlara ne yön verebilirim ne ahkam kesebilirim, ancak onları anlamaya çalışabilirim. Anlamaya çalışmak ise beni genç tutan tek şey. Size ve sevdiklerinize kahır ve utanç duymayacağınız, aydınlık bir gelecek diliyorum.

Sevgilerimle..

Ayfer Tunç

 

Ayfer Tunç’tan Gezi Mektubu

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.