Köşe Yazıları

Hobsbawm – Ferdan Ergut

0

20 yüzyılın son büyük tarihçisini kaybettik. Evet, büyük tarihçiydi Hobsbaswm… Fakat en prestijli kurumlarda öğretim üyeliği yapmasına rağmen kendisini hiçbir zaman akademik tarihçiliğin dar koridorlarına hapsetmedi. Siyasetle ilgisini her zaman canlı tuttu. Britanya Komünist Partisine üyeydi. Ama Bolşevik davaya inandığı yıllarda bile dogmatik olmadı. Onun için Marx, çok önemli bir başlangıç noktasıydı; bitiş değil… Sadece büyük bir tarihçi ve iyi bir Marksist değildi. Görsel sanatlardan edebiyata kadar ince bir zevkin sahibiydi. İyi bir caz dinleyicisi ve dahası, eleştirmeniydi! “Rönesans” insanlarının son temsilcilerindendi. Hobsbawm’ın tarihçiliğini erişilmesi zor düzeye yükselten de ilgi alanlarındaki bu genişliktir.

Öğrencisi olma onuruna eriştiğim bu büyük tarihçi için yazılacak kısa bir yazı, her koşulda tarihçiliğine ve entelektüelliğine haksızlık olacaktı; bu nedenle, genel okuru daha fazla ilgilendireceğini de düşünerek politik tercihlerini ve yaşamını öne çıkaran bir anma yazısında karar kıldım. Tarihçiliğinin değerlendirilmesi ise çok daha önemli bir iş olarak tarihçilerin önünde duruyor elbette.

Eric Hobsawm, 1917 yılında Avusturya’lı bir anne ve İngiliz bir babanın oğlu olarak İskenderiye’de doğdu. Yahudiydi. Faşizmin adım adım yükselişini Viyana ve Berlin’de yaşadı. Hitler’in iktidara gelişiyle birikte 1933’de yeni vatanı İngiltere’ye yerleşti. Hobsbawm’ın gerek tarihçiliğinde, gerekse politik tercihlerinde bu kozmopolit arka plan son derece önemlidir. Uzun süre Ekim Devriminin ideallerine bağlı kalmasının da Sovyetlerin Macaristan işgalinden sonra bütün meslektaşları parti kartlarını iade ederken onun partide kalışının da ardındaki neden Orta Avrupa kültüründe yükselmekte olan anti-semitizmi ve faşizmi bizzat deneyimlemesiydi. Bir konuşmamızda, bütün arkadaşları komünist partiden istifa ederken kendisinin neden etmediğini sormuştum. “Komünizm ve güçlü bir politik örgüt benim için arkadaşlarıma ifade ettiğinden daha farklı şeyler ifade ediyordu” demişti. Daha sonra yazdıklarını okumaya başladığımda ne demek istediğini anlamıştım.

Bir söyleşisinde 1. Dünya Savaşı sonrası yükselen faşizm ile kendi Yahudiliği arasındaki ilişkiyi çok güzel özetler: “Bu koşullarda genç bir Yahudi entelektüel ne olabilirdi? Liberallerin hiçbir türünden olamazdı; zira çöken, -sosyal demokrasinin de dahil olduğu- liberalizm dünyasının ta kendisiydi. Yahudiler olarak bizleri dışlayan milliyetçi partileri destekleyemezdik. Ya komünist olduk; ya da kendi kan ve toprak milliyetçiliğimizi –siyonizmi- seçtik.  Ama genç Siyonist entelektüeller bile kendilerini bir şekilde devrimci Marksist ulusalcılar olarak görüyorlardı. Başka bir şansımız yoktu. Geleceksizlik yerine, kendimize bir gelecek seçtik ki, o da devrim demekti. Olumsuz değil; olumlu anlamda bir devrim: yok olacak dünya yerine, yeni bir dünya.” İşte genç Eric için o anti-kapitalist yeni dünya Sovyetler Birliği’nde kuruluyordu.

1960’lardan itibaren ise Sovyet tipi bir sosyalizmle arasına mesafe koymaya başlamıştı. 1989’da duvar çöktüğünde geniş tarih vukufuyla aslında çökenin reel sosyalizm olduğunu biliyordu ve onu diriltmek ne mümkündü, ne de istenir bir şeydi. Aslında daha 1978 yılında yeni bir sol siyasetin mücadelesine başlamıştı bile. “Emeğin İleri Yürüyüşü Durdu mu?” başlıklı o önemli yazısı, hakikate olan her zamanki sadakatinin sonucuydu. Olgular, kendi teorisine ya da hayallerine uymadığında olguyu değil, hayalini ve teorisini revize ederdi. Sözünü ettiğim yazı İngiltere kapitalizminin ve proleteryasının Marx’ın ölümünden sonra geçirdiği yapısal değişim üzerinedir. İşçi sınıfı içindeki yapısal değişim –iç bölünmeleri, sektörel rekabetleri v.s.- sınıf dayanışmasını veri alan siyasetleri gözden geçirmeyi gerektiriyordu. O dönemde militan İngiliz sendikalarının bütün “sınıf bilinci” söylemine rağmen emeğin ileri yürüyüşünün sonuna gelindiğini söylemekten çekinmedi Hobsbawm…  1979 ve 1983 genel seçimleri onu haklı çıkarmıştı.

Hobsbawm, 1980’lerden itibaren kendi mahallesinden gelen bütün baskılara rağmen yeni bir solun arayışındaydı. Politika yazılarını derlediği kitabına koyduğu isimle “Rasyonel bir Sol için Siyaset” üzerine düşünüyordu. Hayatının sonuna kadar solun evrensel değerlerine bağlı kaldı. Neo liberalizmin küresele serbest piyasa dogmasına soldan bir yanıt verilmediği müddetçe insanlığı bekleyen karanlığa dikkatimizi çekti hep…

2009 yılında Guardian gazetesinde yazdığı bir yazıda şunları söylüyordu: “İlerici siyasetin sınanacağı alan özel değil, kamusaldır; sadece bireylerin artan gelirleri ve tüketimleri değil, fırsatların ve kolektif eylem sayesinde–Amartya Sen’in tabiriyle- herkesin “yeteneklerinin” genişlemesidir. Fakat bu da, -özel birikimlerin yeniden dağıtımıyla bile sınırlı kalsa- kar amacı gütmeyen kamu inisiyatifleri anlamına gelir; gelmelidir. Bütün insan hayatlarının yararlanacağı kolektif sosyal iyileşmeyi hedefleyen kamusal kararlar…” Özelin değil, kamusal inisiyatiflerin başat olması gerekliliğini, “bu yüzyılda yüzleşmemiz gereken en büyük problem olan çevre krizi”ne dayandırır Hobsbawm. Bu gereklilik, başka hiçbir alanda, bu alandaki kadar önemli olmayacaktır. Bu ise, der, “hangi ideolojik logoyu seçersek seçelim, serbest piyasadan kamusal eyleme doğru ciddi bir kayış anlamına gelecektir. Ve iktisadi krizin şiddeti düşünüldüğünde muhtemelen hızlı bir kayış… Zaman, bizim yanımızda değil”

Bütün bir insanlığı ve doğayı yok oluşa götüren küresel serbest piyasa dogması, Hobsbawm’ın son büyük tarihçilik çalışması “Kısa 20. Yüzyıl”ın da temel meselesidir. Kitabın başlığındaki “kısa”, kısaltılmış anlamında değildir. 20. yüzyıl –bir önceki yüzyılın aksine- gerçekten kısa sürmüştür! (“Uzun 19. yüzyıl için 3 kilit kitap yazmıştır Hobsbawm: Devrim Çağı, Sermaye Çağı ve İmparatorluk Çağı). 20. yüzyıl ise Birinci Dünya Savaşı ile (1914) başlamış; reel sosyalizmin çöküşü ile (1989) bitmiştir. O çöküş, bütün bir yüzyılın belirleyici dinamiğinin de çöküşüdür.

Gelecek olan, yeni olacaktır. Fakat “yeni” olan pekala bir kabus da olabilir! “Kısa 20. Yüzyıl” kitabının kapanış paragrafı hepimiz için bir uyandırma zili gibidir: “Nereye doğru gittiğimizi bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, tarihin bizi bu noktaya neden getirdiğidir. Gene de açıkça görülen bir şey var. İnsanlığın anlaşılabilir bir geleceği olacaksa, bu gelecek geçmişin ya da şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olmaz. Üçüncü binyılı bu temelde kurmaya çalışırsak başarısızlığa uğrarız. Ve başarısızlığın bedeli, yani değişmiş bir toplumun alternatifi, karanlıktır”.

Mücadele ettiğimiz kapitalizmin doğuşunu, yayılışını, krizlerini ve bütün bu süreçlerin sınıf mücadelelerini bizler için somutlaştıran büyük bir tarihçiydi Hobsbawm. Sadece mücadele ettiğimiz sistemi anlamamız için yazmadı ama. Kapitalizme alternatif, adil bir toplumsal düzen arayışımıza da rehberlik etti. O engin tarih vukufu ve hakikate olan saygısıyla, gideni ve bir daha gel(e)meyecek olanı da anlattı, yeninin yeşereceği zeminleri de…

Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

 

Ferdan Ergut

 

You may also like

Comments

Comments are closed.